Daha kargalar bile kahvaltı etmemişti. Şebnem her zamanki gibi okula gitmek için kalkmıştı. Bu da her günkü gibi monoton bir gün olmalıydı. Kahvaltısını etti.
Formalarla birlikte kahvaltı etmekten herkes gibi zevk almıyordu. Halbuki tatillerde büyük kahvaltı sofraları hazırlanır; yazlıktaki bahçeden taze salatalık, domates, acur falan toplanır ve tatlı sohbetlerle nefis bir kahvaltı yenirdi. Bu kahvaltıda ise sadece Corn Flakes yiyebiliyordu. Bir dilim ekmeği bile yiyemiyordu çünkü monoton güne başlamıştı ve ekmek sanki ekmek değildi. Boğazından geçmiyordu. Servisi bekledi. Her zamanki gibi…
Servise yetişmek için Şebnem erken çıkardı. Doğal olarak gelince servise binerdi ve 6-7 saat kapalı kalacağı okulu gözükene kadar serviste radyo dinlenirdi. Fakat bir türlü servis gelmek bilmiyordu. Bekledi, bekledi. Hiç görmediği, kendi servisinden sonra gelen servisleri kendi servisi sanaraktan binmeye hazırlanıyordu ki numarasının başka bir sayı ve başka bir renk olduğunu farkediyordu. Tam taksilerin olduğu yere doğru gidecekti ki servisi geldi. Kapı kendi kendine açıldı. Servis şöförü ve arkadaşları aynıydı fakat donuk oturup hiç konuşmuyorlardı. Müzik bile çalmıyordu. Bir garipliğin olduğunu sezmişti. Hepsi anlaşmış gibi ona baktılar. Eskisi gibi sıcak değildi bakışları… Servise bindi. Servis çalıştı. Servis biraz ilerideki bir arkadaşı almak için oraya gitmeliydi. Fakat gitmedi. Farklı yönlere gidiyordu. Birden servisten garip sesler geldiğini farketti. Makina gıcırtılarıydı. Servisin içi değişiyordu. Şebnem ne yapacağını şaşırmıştı. Arkadaşlarına baktı. Hiç oralı bile değillerdi. Servisin içi tamamen değişmişti. Artık servis servise değil, filmlerde gördüğü UFO’lara benziyordu. Uçmaya başladılar. Şebnem arkadaşlarına “Görmüyor musunuz? Hipnoz olmuşsunuz. Uzaylılar bizi kaçırıyor galiba!” diye bağırdı. UFO o kadar hızlıydı ki hemen uzaya gelmişlerdi. En samimi arkadaşının kafasını pencereye doğru çevirmeyi düşündü. Pencereden baksın ki uzayı görsün diye… Arkadaşının kafasını çevirdi fakat kafası elinde kalmıştı. Bu bir maskeydi. Arkadaşı sandığı kişi ağustos böceği gibi sesler çıkarmaya başladı. İki büyük gözü, garip kulakları ve ağız yerindeki küçük bir delikle E.T.’yi andırıyordu. Birden diğerlerinin de bedenleri çatladı. Gerçek bedenleri ortaya çıktı. Tenleri sarıydı. Aracın içinde bir sürü yarasalar, ağustos böcekleri sesleri gibi sesler duyuluyordu. Çok korkutucuydu.
Oturdukları koltuklar da yok oldu. Tabanın içine girdi. Sadece kendi oturduğu koltuk kalmıştı. Kalkmayı düşündü fakat kalkamadı. Çünkü korku ve şaşkınlık, bir o kadar da merakı yüzünden oturduğu yerde donakalmıştı. Üstelik uzaylıların ona doğru yürüdüğünü farketti. Tenleri sarı sıvı yağı gibi akıyordu ve sesleri gittikçe daha da korkunçlaşıyordu. Çığlık atmak istedi. Fakat atamıyordu. Ağzını açıyor ve ses telleri patlarcasına bağırmaya çalışıyordu. Ses telleri acıyordu. Fakat faydasızdı. Bu sefer de ağlaması geldi. Fakat sanki gelmiş, geçmiş ve gelecek tüm gözyaşları buharlaşmış gibiydi. Hıçkıramıyordu bile… Garip yaratıklar üzerine halan daha yürüyorlardı. Bağıramadığı, ağlayamadığı gibi konuşamayacağını da düşünmüştü, fakat gene de denemekte bir fayda vardı. “Nedir bu işkence? Ne yapacaksanız yapın, isterseniz öldürün fakat yeter ki korkmayayım.” dedi. Şaşırmıştı konuşabildiğine… Demek ki doya doya korkusunu belli edemezdi. Sadece beyninden vurulmuşa dönüp konuşabilirdi. Devam etti:
“Öyle iğrenç sesler çıkarmayın. Durun! İğrenç yaratıklar!” dedi. “Psikolojik işkence yaparaktan bir yerlere gelemezsiniz. Ben kafayı yesem bile başka insanlar var. Dünyayı ele geçiremezsiniz!” diye ekledi. Hepsi durdu. Bir makina çıktı aşağıdan… Makina yeşildi. Bir de üçgen şeklinde delikli bir alet… Makinaya bağlıydı. UFO’nun bir duvarı açıldı. Servis büyüklüğündeki UFO ne hale gelmişti. Kocaman bir kasaba gibiydi. Herhalde Ana UFO’ya bağlanmışlardı. Pelerinli, rengi turuncu, aynı sarı uzaylılar şeklinde fakat onlardan daha büyük Kral yaratık yavaşça yürüyerek üçgen şeklindeki aletin önünde durdu. İlk önce sarı uzaylılardan biri kral uzaylıya tiz sesiyle birşeyler söyledi. Fakat sadece “vik, vik” diye ötüyordu ve kral yaratık anlar gibi başını sallıyordu. Kıpkırmızı gözleriyle Şebnem’e baktı. Halbuki diğerlerinin gözleri kömür gibi kapkaraydı. Üçgen şeklindeki alete doğru konuşunca yeşil makinadan insan sesleri duyuluyordu. Şebnem anlayamadı. Sonra o aletin uzaylının sesini insan diline çeviren teknoloji harikası olduğunu anlayınca konuşmaları da kavramaya başladı. Vik vik sesleriyle insan sesinin bir araya gelmesi Televole programlarındaki yabancı futbolcularla, tercümanın konuşmasını andırıyordu.
KRAL- Biz dünyayı ele geçirmeyeceğiz. Hem geçirmeye kalksaydık şu anda dünyada olurduk.
ŞEBNEM- O zaman ilk önce insanoğlu hakkında bilgi toplayacaksınız bana deney yaparak…
K- Hayır, amacımız başka…
Ş- O zaman bu amaca başlayın da kurtulayım. Öldürecekseniz öldürün. Sizin dünyanızda tutsak olacağıma cennete giderim daha iyi…
K- Bu amaç seninle bitmiyor. Biz buna zaten başladık ve devam da edecek.
Ş- Niye bana söylemiyorsunuz ki? Ben bağıramadım, ağlayamadım. Beni konuşturmazsınız olur biter.
K- Tamam, söylerim. Nasıl olsa söyleyeceğin kimse olamayacak. Tamamen ayrılıyorsun dünyadan… “Söylemem” diye dememiştim zaten…
Bu lafları duyunca Kral’ın o yarasaya benzeyen sesi Şebnem’in kulağına sivrisinek vızıltısı gibi çarpmıştı. Sinirinden ne yapacağını şaşırdı. Zaten yapabilecekleri sınırlıydı.
Şebnem beyninden vurulmuşa döndü. Eli titremeye başladı.
K- Nasıl olsa öğreneceksin. Hatta bunları yaşayacaksın. Ayrıldın bile…
Tüm uzaylılar o ağustos böceği-yarasa karışımı sesleriyle büyük bir gürültü yaparaktan o kabinden ayrıldı.
Artık Şebnem ağlayabiliyordu. Çantasının içinden cüzdanını çıkardı. İçi ders dolu çantasını ise fırlattı. Cüzdanının içinden ise vesikalık fotoğraflarını çıkardı. Gözyaşları sel gibi fotoğraflara akıyordu. Bir yandan annesinin, babasının, kardeşinin, akrabalarının, arkadaşlarının fotoğraflarına bakıyordu, bir yandan da yaşadığı güzel günler gözünün önünden film şeridi gibi geçiyordu.
UFO çok hızlı gitmesine rağmen bir türlü gezegenlerine ulaşamıyordu. Şebnem fotoğrafları cebine koyup çaresizce beklemeye başladı. Flarına gerek yoktu, çünkü okula gidemeyecekti ki kurallara uysun… Tokasını açtı, saçları omzuna döküldü. Deniz gibi mavi gözlerinden halen daha dalgalar taşıyordu. “Bilseydim rahat birşeyler giyinirdim” dedi kendi kendine…
“Saçmalıyorum galiba” dedi buruk bir gülümseyişle… Birden pencereden etrafın kırmızılaştığını gördü. Gökyüzü kıpkırmızıydı. Hemen karaya inildi ses hızıyla… Çimler mordu. Ağaçlar da öyleydi. Aynı zamanda şekilleri dünyadakilerden farklıydı.
Örneğin yapraklar kare şeklindeydi.
Kapı açıldı. İlk önce Şebnem çıkmak istemedi. Uzaylıların çıktıklarını gördü. O sinir sesleriyle Şebnem’i bağırıp çağırıyorlardı. Şebnem’e baktılar. Hemen açılan kapıdan iki tanesi girip Şebnem’in kolundan çekti. “Ben kendim çıkarım, salaklar!” diyerek yavaş yürüyüşlerle, etrafa sinirli sinirli bakarak dışarı doğru yürüdü. Hava çok güzeldi. Tatlı bir rüzgar Şebnem’in kömür gibi saçlarını uçuşturuyordu. Yakında bir parti vardı. Oraya gittiler. Orda yeşil makina ve üçgen mikrofon da vardı. Etrafta hiç ev yoktu. Teknolojisi bu kadar gelişmiş yaratıkları nerde kalıyorlardı? Etraf hep rengarenk çiçeklerle kaplıydı. Kran gene geldi. İlk önce yaratıklara yarasa gibi sesler çıkardı. Sanki kazanılan büyük bir başarıyı anlatıyor gibiydi. Sonra mikrofona yürüdü. Bu sırada yaratıklar onu alkışlıyordu.
KRAL- Hoşgeldin gezegenimize…
ŞEBNEM- Hoşbulmadık.
K- Baksana, partiyle karşıladık seni…
Ş- Çok şeyimdeydi. Siz kaçırdıklarınıza hep böyle mi davranırsınız?
K- Hayır, koleksiyonumuza koyarız.
Ş- Ne?
K- Her gezegenden bir-iki tür alıp içi gözüken odalara kapatırız. Şimdi tarihi bir an… Dünyadaki en gelişmiş türü koleksiyonumuza katıyoruz. Bir de insanoğluna en sadık dedikleri hayvanı aldık.
Ş- Köpek mi?
K- Sanırım.
Ş- Şimdi size iki tane sorum var. Bir… Evleriniz nerde?
K- Yer altında… Biz sizin gibi doğamızı mahvetmiyoruz. Şehirler aşağıda…
Ş- Burda yaşamaktansa egsoz dumanlı yerde yaşamayı yeğlerim.
K- Zaten ara sıra buraya çıkacaksın. Seni müzemize koyacağız.
Ş- Kes sesini! Daha ikinci sorumu sormadım. Sizin türünüzden birini başka gezegenlerden gelen psikopatlar kaçırıp müzelerine koysalar hoşunuza gider mi?
K- Bizim gibi yapanlar var. Biz kendi elimizle onlara çocuklarımızı verip, yerine koleksiyonumuza yeni parça alıyoruz.
Ş- Duygusuz şeyler!
Konuşma bitmişti. O hiç duymadığı müzikle şarkıcı yaratık, sivrisinek-yarasa gibi ötüyordu. Sonra banttan çalmaya başladılar. Hepsi dans ediyordu. Duyduğu şey doğru muydu? Bu dünyanın müziğine ne kadar da benziyordu. Bu Madonna’nın “Vogue” adlı şarkısıydı.
Ş- Bu da ne?
K- Bilmiyor musun?
Ş- Biliyorum. Fakat burada ne arıyor?
K- Gittiğimiz gezegenlerden onların kültürlerini topluyoruz. Turgay diye birinin kaset ve CD’lerini aldık örnek olarak… Birinin de film arşivini aldık. Yıllar önce batırdığımız gemiyi bile film yapmışlar. Ha ha ha!…
“Ha, ha, ha”nın karşılığı “vik, vik” en berbatıydı.
Ş- Alçaklar! Titanic’i siz mi batırmıştınız?
K- Daha neler neler…
Birkaç dünya şarkısı daha çaldıktan sonra hayatında duyduğu en iğrenç sesler topluluğu çaldı. Bu onların müze marşıydı. Şebnem yavaş yavaş yerin derinliklerine iniyordu. Yaratıklara kötü gözlerle bakarak… Sinema salonu büyüklüğünde bir yere vardı. Bu kapattıkları odalardan biri olmalıydı. Burda ihtiyacı olan herşey vardı. Bir de daha değişik yaratıklar vardı. 10 taneydi. Şebnem hepsini inceledi. Tüy yumağından tek gözlü kafadan tutun da büyük böcek görünümlü salyalı yaratıktan elleri kocaman, kafası küçük, fil büyüklüğünde garip tenli yaratığa kadar her tip uzaylı vardı. Sesleri çok acayipti. Birden “Hav, hav” diye bir ses duydu. Bir köpek Şebnem’e doğru koşuyordu. Bu onun 2 ay önce kaybolan köpeği Caniko idi. Caniko Şebnem’in üzerine atladı. Şebnem ona sarılıp ağlıyor, Caniko da onu heyecanlı nefeslerle yalıyordu. Bir yatağın üzerinde “Şebnem” diye yazıyordu. Caniko kendi yatağına gitmedi. İkisi birlikte uzun uzun uyudular. Bu sırada camdan onları izleyen yaratık turistler vardı.
Birkaç saat sonra uyandılar. Onları izleyenler sarı giyinmiş düşman orduları gibi sırayla onları hayvanat bahçesindeki hayvanlarmış gibi seyrediyor, hatta kibrit kutusu büyüklüğündeki kamera ve fotoğraf makinalarıyla onları çekiyorlardı. Camın biraz ilerisinde ise üç boyutlu kartpostallarını dağıtıyorlardı. Ellerinde onun UFO’nun içindeki hareketlerinin basıldığı ve yanlarında diğer kaçırdıkları yaratıkların kartpostallarını gördükçe Şebnem kendini Dolmabahçe Sarayı’ndaki önemli eşyalar gibi görüyordu. Neyse ki Caniko’yu bulmuştu. Artık hiç ayrılmıyorlardı. Aklına birkaç ay önce Caniko’nun onunla oynamak istediği fakat kendisinin onu geri çevirdiği aklına gelince ona oyuncağı elinden alınmak isteyen bir çocuk gibi sımsıkı sarıldı. Üstelik ondan başka kimsesi yoktu.
Yukardan bir gazete düştü. Halbuki burda haberler internetten daha gelişmiş bir sistemle yaratıklara ulaşıyor olmalıydı. Gazeteyi aldı. Üçüncü sayfada manşetten “Şebnem kayboldu” diye bir haber vardı. Dünya gazetesi olduğunu anlayınca o sayfayı açtı ve annesinin fenalıklar geçirdiğinin fotoğraflarını görünce içi parçalandı. Sonra “Şebnem” diye diye bir ses duydu. Yukardan mikrofonla çağırıyorlardı. Asansöre bindi ve yukarı çıktı. Kralı gördü. Diğer yabancılarla normal vatandaş yaratıklar ilgilenirken, onunla kral ilgileniyordu. Mikrofonla konuşmaya başladılar.
KRAL- Beğendin mi? Senin için özel olarak getirttik. Hatıra olur.
ŞEBNEM- Bu yaptıklarınızı elbet ödeyeceksiniz.
Kral çok sinirlenmişti. Düşünceli bir şekilde gözleri daldı.
K- Fakat biz bu koleksiyonumuzu çok seviyoruz. 1000’e yakın parçamız oldu. Dünyadaki diğer hayvanları da getirticez.
Ş- Başka bir yol bulun o zaman.
Caniko’yu da yeryüzüne çıkartmışlardı. Birlikte yürüdüler. Bu arada gazeteyi okuyordu. Birden durdu. “Caniko, buldum!” diye bağırdı. İlgisini çeken haber kopyalanan koyun Dolly ile ilgili bir haberdi. Habere göre kopyalamada bir eksiklik olmuştu ve Dolly yaşlanıyordu. Bu gerzeklerde kopyalama gelişmiş olmalıydı. Hemen pembe denize giren bir uzaylıya bağırdı: “Beni krala götür!”
Yaratık kulağındaki bir aleti çıkarıp tekrar taktı. Tabi ya! Şebnem’in aklına bu gelmemişti. Herhalde onu böyle anlıyorlardı. Tıpkı yeşil makinada olduğu gibi… Tekrar bağırdı. “Beni krala götür!”
Yaratık yürümeye başladı. Şebnem ve Caniko onu takip etti. Kral tahtında oturuyordu ve düşünceliydi oraya vardıklarında da… Birbirlerine bir müddet öttüler. Gene o tercüman makina çıktı.
KRAL- Ne oldu?
ŞEBNEM- Koleksiyonunuz için çok iyi bir yöntem buldum. Böylece hem bizi sergileyeceksiniz, hem de biz evimize dönebileceğiz.
Kral şaşırdı.
K- Nasıl yani?
Ş- Akılsız dahiler! Dünyamızda araştırmalarımızı sürdürdüğümüz bir projemiz var. Kopyalama! Herhalde siz bunu çok iyi yapıyorsunuzdur.
K- Eeee?
Ş- Eeeesi olur mu, tiz sesli?! Kaçırdığınız masumları kopyalarsınız, olur biter.
Kral uzunca düşündü. “Vik, vik” diye bir yaratığı çağırdı. Sonra Caniko’yla Şebnem’i bir yere götürdüler. Diğer yaratıklar da sıraya girmişti. Bunlar daha çok çeşitti. İzlediği tüm yaratıklı filmlerdeki yaratıkları bir araya getirse, bu kadar olmazdı. Cımbız gibi bir şeyle hücrelerini aldılar. Sonra hepsini götürdüler. En son Şebnem’le Caniko kalmıştı.
KRAL- Çok teşekkürler.
Şebnem içinden ” ‘Birşey’ desem mi acaba?” dedi ve gülümsedi. Sonra minik bir UFO’ya bindiler. Artık bu garip bir anı olarak belleğinde kalacaktı. Pencereden dünyayı gördü. Eve gittiklerinde ailesine sarılacaktı…
YAZILDIĞI TARİH: 16.06.1999 – 18.06.1999
© Turgay Suat Tarcan