Bugün 19 Şubat 2016 Cuma… Gelin hep beraber tam 10 yıl öncesine, yani 19 Şubat 2006 Pazar gününe dönelim. Tam 10 yıl geçmiş aradan… İnanılır gibi değil… Tam 10 yıl önce bugün Picasso’nun sergisini gezme şerefine erişmişim. O zamanlar web sitemde resim bölümü yoktu. Ama 2016 itibariyle var. Ressam dedemin Facebook’taki fan sayfasını tanıttığım yazı ilk içerik olmuştu. İkinci içerik ise Picasso sergisi izlenimlerim oldu. İşte o gün kaleme aldıklarım:
19 ŞUBAT 2006 PAZAR: Bu sabah saat 12’lerde evden çıktım. Emirgan’a gitmek istiyordum. Çünkü Picasso’nun tablolarını dünya gözüyle görmek benim de hakkımdı. Picasso sergisi 40 yılda bir gelmiş Türkiye’ye, kaçar mı?
Sakıp Sapancı Müzesi’ndekiler müzelerdeki Picasso tablolarını İstanbul’a getirmekle kalmamışlar, kişiye özel koleksiyonlardan, yani zenginlerin evinden de tabloları getirmişler. Neyse, Emirgan’a nasıl gideceğimi bilmiyordum. Mecidiyeköy’e gittim. Meğer oradaki otobüsler kalkmış. Ben de metro ile 4. Levent’e gittim, oradan minibüse bindim, kalan yolu da yürüdüm. Sakıp Sabancı Müzesi’ni bulmam zor olmadı. Çünkü dev bir kuyruk ile karşılaştım. Allah’tan hava güzeldi. Duyan gelmiş. Tüm İstanbul gelmiş gibiydi. Daha doğrusu modern insanların hepsi gelmiş gibiydi. Kıro insan görmedim. Zaten hanzo bir insanın sergide ne işi var? Ayrıca turistler de vardı. Neyse, sanıyorum sıralarda 1,5-2 saat beklemişimdir. Evet, “sıralarda” diyorum. Birçok sıra vardı. Bahçe kapısından içeri girme sırası, bilet alma sırası, güvenlikten geçme sırası, müze önü sırası, müzeden içeri girme sırası, bilet alma sırası, güvenlikten geçme sırası, vestiyere mont ve çanta verme sırası (palto ve çantaların içeri girmesi yasaktı), tekrar güvenlik sırası, dinleme cihazı sırası ve nihayet galeriden içeri girebilecektim. Değerli eşyaları torbayla yanımızda taşıyabiliyorduk. Koleksiyoncu ve müzelerin ricası üzerine palto ve çantaları yasaklamışlardı çünkü. Ayrıca binlerce kişi sıralarda olmasına rağmen müzeye 450 kişi alabiliyorlardı sadece… Zaten o yüzden sıralarda uzun süre bekliyorduk. Haklılar, yoksa izdiham olurdu. Neyse ki, içeride dilediğimiz kadar kalabilirmişiz.
Dinleme cihazları fikri çok güzeldi. Canlı bir rehbere ihtiyaç yoktu. Herhangi bir gruba bağlı olmadan tablolar ne zaman, nasıl, neden, nerede yapılmış; hikayesi neymiş; Picasso ne anlatmak istemiş; sanat tarihinde neleri değiştirmiş gibi bilgileri reklamlarda, dizilerde, filmlerde seslendirme yapan bir adamın sesinden dinleyebiliyorduk. Tabii ki tablonun yanında kulaklık resmi varsa… Cep telefonu açmak yasaktı ama dinleme cihazları telefon tarzındaydı. Telefon gibi dinliyorduk. Telefon hastaları bile gidebilir bu sergiye yani…
Evet, küçüklüğümden beri Leonardo Da Vinci ile birlikte en çok ilgimi çeken ressam Picasso’nun tablolarını canlı canlı görüyordum. Bütün tablolarını inceledim. Dinlenebiliyorsa dinledim. Sadece tabloları yoktu. Heykelleri, seramikleri de vardı. Tıpkı dedem gibi on parmağında on marifet yani… Kullanılabilecek her şeyi kullanmış. Kağıt, tahta, demir, alçı, kum, tabloi levha, oyuncak, seramik, ağaç, metal, bronz; aklınıza ne gelirse… Her dönemde resim yapmış. 1800’lü yıllardan ölümüne, yani 1970’li yıllara kadar her tarzda resim yapmış. Kendi tarzını yaratması kaçınılmazdı yani… Bazı kağıtlar o kadar eskiydi ki yırtık pırtıktı. Birkaç saat oradan çıkmadım. Bir odada resimlerin nasıl oluştuğuna dair animasyonlu DVD izlettiriyorlardı. Biraz onu izledim. Sadece tabloları değil; fotoğrafları ve hayat hikayesinin yazıldığı çerçeveler de vardı. Hatıra olarak 5 YTL’ye “Picasso İstanbul’da” kitabını aldım. Tabii ki 75 YTL’lik koca koca kitaplar da vardı ama gücüm buna yetti. Ne de olsa askerliği bekleyen, öğrenciliği 8 ay önce geride kalmış geçici bir işsizim. 😛 Kupalar, buzdolabı süsleri, kalemler, çocuk t-shirt’leri ve daha neler neler satılıyordu. Bana göre en güzeli, tek tablosu görünen bir kartpostal ya da bir süstense, bir çok tablosunu gösteren bir kitaptı. Ayrıca ben de resim yaptığım için bu resimlerden faydalanabilirim. Fotoğraf çekmek yasak olduğu için en ideal hatıra buydu. “Picasso müzesine gittim. İşte bu kitaptaki tüm resimleri gördüm. Daha fazlasını gördüm hatta. Bu sadece çok azı. Şu halıydı, bu minik bir resim, bunun boyutu şöyle, bu sadece kağıt parçası” gibi şeyler düşünebilirim ya da diğer insanlara bunları diyerek gösterebilirim.
Gerçekten insanın kültürü artıyor bu gibi kültürel aktivitelerde… Sakıp Sabancı Müzesi’ne daha sergi gelecekmiş. Askerde olmadığım sürece hepsine gitmek istiyorum. Çünkü sergi de bir sinema, bir tiyatro, bir konser, bir parti gibi kültürel, sanatsal bir açlıkmış. 1996 yılında dedem için sergi açmıştık. Onun dışında Carousel, Galleria, Carrefour gibi yerlerde tabloların satıldığı minik sergi gibi yerleri de gezerim. Ama bu farklıydı. Tabloları gördüğünüz gibi onlar hakkında bilgi de toplayabiliyorsunuz ve bunların çoğu unutamayacağınız ilginç bilgiler… Picasso da tıpkı dedem gibi sergi açma heyecanı ile vefat etmiş. O yüzden yabancı olduğum bir hayat değil bir ressamın hayatı… Dayım karikatürist… Ben de hobi olarak resim yapıyorum. Fakat Picasso adını tarihe altın harflerle yazdırdığı için bir alışveriş merkezinde satılan tablolardan daha çok kültür sağlıyor insana… Yoksa Capitol’da, Didim sokaklarında falan insanların karikatürünü yaparak para kazanan bir karikatürist de bence Picasso kadar değerlidir. Ayrıca bazı Picasso tablolarında çizimler çok basit… Fakat Picasso kuralları yıktığı için birçok yetenekli çizer olmasına rağmen tarihin en büyük ressamlarından biri oldu zaten… Özgünlük çok önemli…
Article Categories:
Resim
Likes:
0