Eski günlüklerimin sayfalarını karıştırırken başta üniversite yıllarım olmak üzere öğrenci yıllarımdaki konferansların ünlüler geçidi gibi olduğunu fark ettim. “Neden bu anılarımı web siteme taşımıyorum ki?” diye düşündüm ve ortaokuldan üniversiteye kadar olan bu hatırlarımı sizlerle paylaşmak istedim. Tabii ki önceden Cem Karaca’dan Sakıp Sabancı’ya birkaç konferans anımı zaten sizlerle paylaşmıştım. Bu kez not almaya değer gördüğüm başka konferanslardan izlenimlerimi sizlere aktarmaya çalışacağım. Yine de bu konferansların aslında daha çok olduğunu ve geçmişte kaybolduklarını bilin. Zaten İstanbul Kültür Üniversitesi’nde bazı hocalar da kendi çaplarında ünlüydü. Kimi bazı gazetelerde köşe yazarlığı yapıyordu, kimiyse kitap yazıyordu. Bir de bizim okulda konferans verenler ya da Abbas Güçlü gibi program yapanlar da vardı. Şimdi profesör ya da ziyaretçi fark etmez; birkaç örneği grupçana aklımda kaldığı kadarıyla yazıyorum: Akio Wada, Erol Mütercimler, Hasan Cemal, Ozan Ceyhun, Güner Öztek, Mensur Akgün, Mesut Eren, Göksel Ataman, Yalım Eralp, İskender Pala, Kenan Işık… Şimdi ise daha ayrıntılı olarak bazılarından bahsetmek istiyorum. Ama Cem Özer’in programının adı gibi büyük ihtimalle laf lafı açacaktır ve okul dışı başka anılarıma da değinmem gerekebilir.
Mesela Cem Özer, Bilge Kağan Koleji’nde gelen ünlülerdendi. Ona da Kenan Doğulu gibi çok yakındım. O sırada elektrikler kesik olduğu için konuştuklarını anlamamıştım. Bir de Gürsoy Koleji “Cem Özer Show”a götürmüştü. Ama televizyondakine değil… Konuşmalarında çok haklıydı. Düşünceleri aynı bizimkiler gibiydi. Televizyonda da o söylediklerini yayınladığında ailecek gülmüştük. Tolga Gariboğlu da Bilge Kağan’a gelen vatandaşlardan birisiydi. Aynı zamanda Hugo kuklası da onunla gelmişti. O gün onu çok görmüştüm. Hatta imza bile almıştım ama şu anda nerede bilemiyorum. Belki de kayboldu. Zaten imza sahte de olabilirdi. Çok yakınlaşmıştım. Aramızda 30 cm’lik cetvel uzunluğu bile yoktu diyebilirim. Küçükken benim için büyük bir andı, çünkü yarışma programını hiç kaçırmadan izlerdim.
3 Aralık 1996 günü Ataköy Cumhuriyet Lisesi’ndeyken okulu bizim sınıf ve A Şubesi temsil ederek Dünya Engelliler Günü için Yunus Emre Tiyatro Salonu’na gitmiştik. Önce öylesine kapıdakilere bakayım demiştim. Canlı canlı yakınımdan Müjdat Gezen içeri girmesin mi? Zaten duyma ve işitme engellilerin folklör yaptığı, tiyatro da izlediğimiz o gün Müjdat Gezen de konuşma yapmak üzere etkinliğe gelmişti. Tahmin edebileceğiniz gibi basın da gelmişti. Bazı çekilen fotoğraf ve kamera görüntülerinde benim de görünme ihtimalim olsa da ne televizyonda, ne de gazetede bu habere rastlayabilmiştim. Belki başka yayın organlarında çıkmıştır ama internet de yoktu tabii ki o zamanlar… Bizim dışımızda birkaç hoca ve down sendromlu seyirciler de vardı. Orada 3, 5 saat kalmıştık. Çok sıkıştığımı hatırlıyorum. Bu arada lisedeki öğrencilerin birisinden de bahsetmek istiyorum. Mahsun Kırmızıgül’ün piyasaya sürdüğü ve halk müziği yapan Küçük Onur, Ataköy Cumhuriyet Lisesi’nde bizim alt sınıfımızda öğrenim görüyordu. Kendisini ilk görüşüm 17 Eylül 1997’de bizim okula girdiği ilk zamanlarda olmuştu. Daha sonra da onlar öğlenci, biz sabahçı olmamıza rağmen defalarca görmüştüm. Gerçi bir sonraki yıl aynı saat diliminde eğitim görüyorduk. “Acı Günlerim” dizisinin çekimlerine de bizim okulda, bizim okulun üniformasıyla devam etmişti. Tıpkı “Süper Baba” dizisinde Fiko’nun oğlu Alim’i canlandıran Eray Demirkol gibi o da bizim okulun üniformasını ekrana taşıyordu yani. “Çiçek Taksi” dizisi de çekilirken bizim okulun etrafında tur attıkları oluyordu. Taksinin önünde kameraman çıkmış oluyordu. Biz de sınıfın penceresinden bakıp izleridik çekimini. Gerçek hayatta da “Çiçek Taksi” diye bir taksi firması var bu arada… Benim de binmişliğim vardır. Neyse, bir keresinde Küçün Onur, Edebiyat sınavına girmediği için ortak hocamız onu bizim sınıfta sınava sokmuştu. Biz ders görüyorduk, o ise sınav oluyordu. Önde oturduğum için göz önünde olsun diye hoca Harika Çocuk Onur’u benim yanıma oturtmuştu. Bense onun geleceğinden habersiz “Nasıl olsa önde oturuyorum, görmez” diye çaktırmadan kurduğum walkman tesisatı ile gizli gizli Michael Jackson’ı dinlemekteydim. Çok sıkılmıştım çünkü. Dikkatler artık üzerimizde olduğu için yakalanacağım diye korkmuştum. Geri de koyamıyordum kulaklığı anlaşılır diye. Fakat yakalanan Onur Sarıkaya olmuştu. Kopya çekmeye çalışmıştı. Hoca da kızmıştı. O da kıpkırmızı olmuştu. Büyük ihtimalle müzik dinlediğimi Onur da fark etmişti ama beni ele vermemişti.
Engin Çağlar adındaki çok önemli sinema sanatçımızı 7 Mart 2000’de görmüştüm. Bizim dershaneye gelmiş ve üniversite sınavında başarılar dilemişti. Esas mesleği yayımcılıkmış. Kızlar “Ne yakışıklı” gibi şeyler söylemişlerdi, ben de “Utanın, utanın. Babanız yaşında adam!” diye espri yapmıştım. Engin Çağlar’ın geleceğini söylediklerinde ismi hiç yabancı gelmemişti ama kim olduğunu ancak simasını gördüğümde anlayabilmiştim. Müdürün Engin Çağlar’ın kısa sürecek bir konuşma yapacağını söylediği açılış konuşmasının uzun sürmesi komiğime gitmişti. Müdür her zamanki gibi destan anlatmıştı. Engin Çağlar’ın konuşması ise gerçekten de kısa sürmüştü. Kısa bir dershane anısından sonra daha uzun sürecek üniversite anılarımıza geçebiliriz.
9. Cumhurbaşkanımız olan Süleyman Demirel’i okuduğum İstanbul Kültür Üniversitesi’nin 9 Ekim 2001 günü İktisadi – İdari Bilimler ve Sanat – Tasarım Fakülteleri binalarının açılışını yaparken görmüştüm. Aslında ilk aynı ortamda bulunuşumuz bu değildi. 26 Haziran 1997 Perşembe günü THY ile Kıbrıs’a uçarken Süleyman Demirel ile aynı uçaktaydık. Onun da uçakta olduğunu hostes ve pilotun “Sayın Cumhurbaşkanımız ve sayın yolcularımız” gibi anonslarından anlamıştık. Ne güzel aslında… Özel uçakla savurganlık yapacaklarına tarifeli uçaklarla birlikte halkın içinde uçarlardı o yıllarda Cumhurbaşkanları. Neyse, 2001’e geri dönelim. Açılış saat 14:00’te olacaktı ve tabii ki açılışı rahmetli Süleyman Demirel yapacaktı. Aslında dersler bitmişti ve eve gitmiştim ama internette biraz sörf yaptıktan sonra okula bu açılış için geri dönmüştüm. Zaten bizim sınıftan bir tek ben vardım. Fakat başka sınıflardan tanıdıklar da gelmişti. İlk önce oturuyordum ama sonra konuklar için öğrencileri kaldırmışlardı. Konuklar arasında Gülgûn Feyman (ki bizim üniversitede sonradan öğretim görevlisi de olmuştu) ve 80’lerde “Müzik Yelpazesi” programını hiç kaçırmadan izlediğimiz, “Çikolata renkli şarkıcı”, “Kadife sesli sanatçı” gibi sıfatları akıllarımıza kazınan Sezen Cumhur Önal da vardı. Gazetede Ahmet Necdet Sezer’in açılışı yapacağı yazmıştı ama herkes Süleyman Demirel’in geleceğini söylüyordu ki duyuruda da onun adı yazılmıştı. Yaşlandığı için yavaş yürüse de yine de gösterişli bir giriş yapmıştı. TRT, NTV gibi kanallar da çekim yapıyorlardı. Öğrenci temsilcimiz Demirel’i övmüştü. Sonra profesörler, rektörler filan konuşmuştu. Final konuşmasını ise Süleyman Demirel yapmıştı. “İçin” yerine o ünlü “Ücun” deyişinde kimse kendini gülmekten alıkoyamıyordu. Saat 16:00’da ben çıkarken zaten açılış seremonisi sona ermek üzereydi.
“Adam Gibi”yle ilk parladığı zamanlardan beri aslında İbrahim Sadri’ye pek ısınamamıştım. Meğer 1986’dan beri şiir kaseti çıkarıyormuş. Neyse, onu 6 Kasım 2001’de benim okulum İKÜ’deki verdiği ve meraktan gittiğim “Kişisel Gelişim Kulübü Konferansı”nda görmüştüm. Diplomatic’in ikinci dersini bu konferanstan dolayı iptal edip gitmiştik. Seyircilerin arasında Taha mıdır, nedir? Yakında albümü çıkacak ve İbrahim Sadri’nin arkadaşı olan bir şarkıcı da vardı. Bir sunumdan sonra Sadri’yi masaya çağırmışlardı. Tam adama ısınıyordum ki bazı açıklamalarıyla ondan daha çok soğumuştum. Yok kadın şiir okuyamazmış da (Şebnem Kısaparmak filan nasıl okuyor o zaman?), yok erkek şarkı söyleyemezmiş de (neden Müslüm Gürses hayranı o zaman?), konferansta su getirilmesi saçmaymış da (“İçmeyeceğim” deyip içmişti), Türkiye arabesk bir toplummuş da, o yüzden tarzı böyleymiş de, Candan Erçetin – Zuhal Olcay gibi divalardan nefret ediyormuş da (ki ikisi kaliteli Cumhuriyet kadınlarıdır), onların şarkısı hiçbir yerde çalınmıyormuş da (aslında çalınıyor), dışarıda sadece arabesk duyabiliyormuş da (takıldığı yerlerdendir), vs. vs. En sonunda o tok sesiyle (sesi iyi, ona bir şey demiyorum) bir şiir potporisi yapmıştı. Aslında şiir ezberleyemediğini itiraf etmişti. Yunus Emre adındaki sınıf arkadaşıma da “Sen şiir ezberleyebiliyorsun ve çok iyi okuyorsun. Keşke sen de çıksaydın.” demiştim. O da “Valla çıkıp okurdum” demişti ve bahsettiğim arkadaşım da başarılarını devam ettirip Milletvekili oldu.
En ünlü kadın gazetecilerden biri olan Zeynep Göğüş’ü 13 Aralık 2001 günü bizim İstanbul Kültür Üniversitesi binasının 6. katında küçük sayılabilecek bir sınıfta diğer gazeteci arkadaşlarıyla seminer verirken görmüştüm. Berk ve Berkan gelip “Yukarıda Avrupa Birliği hakkında seminer var. Hoca oraya gitmemizi söyledi” demişlerdi. Bizim sınıftan fazla kişi gelmemişti ama: Berkan, Berk, Mustafa, Fatih, Koray, Hakan ve ben vardık. Kurabiyeler, içecekler filan vardı. “Adam Azrail’e ‘O kadar dua ettim ama bir kez bile piyango ikramiyesi alamadım’ deyince Azrail ‘Bilet aldın mı ki?’ demiş. Bizim durumumuz da buna benziyor.” deyip Avrupa Birliği hakkındaki konuşmasına başlamıştı. Hem akrabam, hem de gelecekteki hocam Cengiz Çandar da gelmişti.
Daha önceden izlenimlerimi okuduğunuz 3 Şubat 2002’de toplu bir konserde performansını izlediğim Haluk Levent, 8 Mayıs 2003 Perşembe günü İstanbul Kültür Üniversitesi bahçesinde konuşma yapmıştı. O haftaki Pazar günü düzenlenmesi planlanan bahar şenliği için bilet almaya çıkmıştım ki, bir baktım mikrofonla biri konuşuyor ve bu da o gün konser vermesi beklenen Haluk Levent… Bir yandan bileti alıyordum ama Haluk Levent’in nereden konuştuğunu göremiyordum. Onun sesini ana binanın tuvaletinde de (İİBF binasının tuvaletleri boru patladığı için kilitliydi) duymuştum ama tuvaletlerin birinde biri cep telefonuyla konuşuyor sanmıştım. Meğer Haluk Levent çok yakınımdaymış ve resmen beni bilet alırken izliyormuş. İlk kez bir şarkıcının konserine bilet alırken o şahıs görmüştü. Başlarını kaçırsam da konferansı ben de izlemiştim tabii ki. Çarpıcı açıklamalarda bulunmuştu. Öyle ki, sadece birkaç tanesini yazıp diğer söylemlerine haksızlık etmek istemiyorum. Kim bilir ben gelmeden önce neler demişti? Merak etmiştim. Fakat müzik, imaj, hayat, magazin, düşünce konularında kendimi Haluk Levent’te yakın bulmuştum. Mesela rock şarkıcılarının karşılaştırılmasını istemiyordu. Teoman, Şebnem Ferah, Kıraç; hepsini seviyordu ve illa ki rakip olunacaksa rockçılar olarak arabeske toplu şekilde rakip olmalarını istiyordu. Metallica gibi sert müzik beklentisi olanlara da kendisi gibi Anadolu Rock yapanların önemini söylemişti. Ona göre rock alt yapılarına müzikseverlerin kulaklarını alıştırıyorlardı, sonra da bazıları daha hard tarzlara yöneliyordu. Fakat 11 Mayıs 2003 Pazar günü hayal kırıklığına uğramıştım. Haluk Levent konseri, Latin Dans Show, Harem Grubu, Club Party gibi gösterilerin olacağı bizim üniversitenin iskelet halindeki yeni binasındaki Bahar Şenliği katılım azlığı sebebiyle iptal olmuştu. Benim gibi Cenk de iptal edildiğini bilmeden oraya gitmişti. İkimiz çok sinirlenip organizasyonu çekiştirmiştik. Bizim gibi başkaları da gelip geri dönmüşlerdi. Haluk Levent ile tek karşılaşmam 2002’deki konser ve 2003’teki konferans olmamıştı tabii ki. 6 Temmuz 2017 Perşembe günü Ukrayna, Ata ve Türkmenistan uçaklarını yapmak üzere işe gitmiştim. Ukrayna’da check-in’ini yaptığım yolculardan birisi Volkan Severcan’dı. Ona 2A koltuğunu vermiştim. Lounge hakkı olduğu için lounge da yazmıştım. O sırada arkadaşım Mert, Jennifer Lopez’in filmi “Selena”nın DVD’sini ödünç vermek için yanıma gelmişti. Ona da Severcan’ı göstermiştim, selam vermişti o da… Ata kontuarına giderken de Haluk Levent ile karşılaşmıştım. Her ikisiyle de selfie yapmıştım. Ama Haluk Levent ile olanında selfie’yi kendisi çekmişti.
Arkadaşım Onur’la 10 Kasım 2003 Pazartesi günü üniversitedeyken pencereden dışarıya bakıyorduk. Birden Onur “Aaa, Ahmet Mete Işıkara geliyor!” demişti. Gerçekten de oydu. Bizim okulun içine giriyordu. Mutlaka konferans vermeye gelmiştir. Hemen Deprem Dede demeye başlamıştık. Konferansına derste olduğumuz için gidemediğim için konferansı depremle mi ilgiliydi? Yoksa Atatürk’ün ölüm yıl dönümüyle mi alakalıydı? Bilemiyorum. 10 sene sonra kendisini kaybettiğimizde bu anlar aklıma gelip hüzünlenmiştim. 18 Nisan 2002 Perşembe günü ise bizim İKÜ’de Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı, Türk hukukçu ve yazar Vural Savaş’ın konferansına gitmiştik. Türk hukuk profesörü, yazar ve yakın gelecekte hocamız olacak olan rahmetli İsmet Giritli de vardı ama sadece sunuculuk yapmıştı.
26 Şubat 2004 Perşembe günü “Yürekli Kadın 2003” ödül töreni nedeniyle hocadan rica edip sınıfça Diplomatic dersini iptal ettirmiştik. Ödül töreni 14:00’deydi ama şu işe bakın ki bizim sınıftan törene sadece ben gitmiştim. Meğer tören bahane edilmiş ama benim işime yaramıştı. Sırf Nilüfer’i görebilmek için törene gitmiştim. Sonraki yıllarda birkaç kez sahnede konserini izlediğim Nilüfer’i ilk görüşüm bu ödül töreni olacaktı. İKÜ Sanat ve Tasarım Fakültesi dekanı Prof. Dr. Nükhet Güz ve İKÜ Rektörü Prof. Dr. Dr.h.c. Önder Öztunalı açılış konuşmaları yapmışlardı. Konuşmaları o kadar uzundu ki bir türlü açamamışlardı. 😀 Güz bayağı feminist bir konuşma yapmıştı ve biz erkekleri rahatsız etmişti bu konuşması… Kadın – erkek eşitliğini savunsa iyi olurdu tabii ki ama amacı bu değildi, kadının daha üstün olduğunu savunuyordu. Kadınlık haklarını erkek olan Atatürk vermemiş de, kendileri almışlar da, erkeklerin yarısı aptalmış da, kadınların hepsi akıllıymış da, “erkek gibi kadın” lafını hakaret olarak görüyormuş da, erkekler yüreksizmiş de, sadece kadınlar yürekliymiş de… Düşünün yani, Mustafa Kemal Atatürk gibi teşekkür etmesi gereken kadın hakları savunucusunu sırf erkek diye dışlayan bir kadın diğer erkeklere nasıl düşman olmasın? Bir de habire ağlıyordu, uyuz olmuştum. Önce Türk Milli Bayan Voleybolcuların ödül almalarıyla tören başlamıştı. Sinevizyonda ödül alacaklar tanıtılıyor; Akşam Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Nurcan Akad, performans sanatçısı – Ressam Günseli Kato falan ödül alıyordu. Radikal Gazetesi’nin çizerlerinden Piyale Madra hamile olduğu için gelememişti. Ödülü onun yerine gelen kişiye veren Sezen Cumhur Önal ev hanımlarını küçümseyen Nükhet Güz’e “Kadın zayıftır, ana güçlüdür.” diye gönderme yapmıştı. Umut adındaki oğlunu kaybedip Umut Vakfı’nı kurmasıyla ünlenen Dedeman Holding Yüksek İstişare Kurulu Başkanı Nazire Dedeman, aynı zamanda dayımın eski bir arkadaşı olan Radikal Gazetesi çizerlerinden Ramize Erer, NTV Muhabiri Nevin Sungur da ödül alanlar arasındaydı. Sıra Gülgûn Feyman’ın ödül verdiği CNN Türk’ün savaş muhabiri Burçin İmir’e gelmişti. Gerçekten yürekli bir kadın olduğunu “Ben bu ödülü yürekli kadın olduğum için kabul etmiyorum. Çünkü yaptığım iş bir ekip işi… Ekipte yürekli erkekler de var. O yüzden bu ödülü ekip adına alıyorum.” diyerek gösterdi. Nilüfer konukların arasında oturmuyordu henüz… Herkes Nilüfer’in gelmediğinden şüphelenirken Nilüfer’in kısa belgeseli başlamıştı. Etraf karardı, ekranda Nilüfer görüntüleri gözükmeye başlamıştı. O esnada kapıya baktığımda çaktırmadan Nilüfer’in içeri girdiğini görmüştüm. Sonra ödül aldığı açıklanınca gerçek bir star gibi davranarak, assolist gibi sonradan gelerek ödülünü almıştı. Tabii ki epey de alkış almıştı. Ödülünü alırken kendisinin “Göreceksin Kendini” olarak coverladığı Anne-Marie David’in “Tu Te Reconnaîtras” adlı şarkısı çalıyordu. Sonra törenin geri kalanını da izlemeyi ihmal etmemişti. Sıra Yaşam Boyu Onur Ödülleri’nde gelmişti. Merhum İngiliz Başkonsolos Roger Short’un eşi Victoria Short ve HSBC Gelen Müdürü Piraye Antika ödüllerini almışlardı. Aslında daha iki tane şehit öğretmen Burçin Uysal ve Aysun Karalar da ödül alacaklardı, daha doğrusu yakınlarına emanet olarak teslim edeceklerdi ama yine Nükhet Güz, Burçin İmir’e gönderme yaparak “Don Kişot’un yanında bile eşeğe binmiş erkek vardı.” gibi saçma sapan şeyler söyleyerek yine zırlaya zırlaya konuşmaya başlayınca “Of, yine mi?” deyip salonu terk ederek kendime işkence yapılmasını önlemiştim. Zaten Nilüfer’i de görüp amacıma ulaşmıştım. Güz’ün ödül törenini erkeğe hakaret alanı yapmasına daha fazla şahit olamazdım. Normalde feministlerin yanındayımdır, kadınları eşit olarak görürüm ama bu durumu abartanlardan da haz etmem. Maçoluk yapan taş fırın erkekleri kadar dominant teyzeler de topluma zararlar bana göre…
28 Nisan 2003 Pazartesi günü “O Şimdi Asker” ekibi konferans verecekti. Afişte daha çok isim görünüyordu. Mesela 5 Aralık 2014 Cuma günü Air France uçağındaki Havana turist grubundan biri olan ve fotoğraf çektirdiğimde mutlu olup sırtımı sıvazlayan Ercan Saatçi ve daha önceden Akademi Türkiye ve İkinci Bahar kritiklerimde nasıl gördüğümden bahsettiğim rahmetli Meral Okay gibi… Ama sadece Mustafa Altıoklar, Ali Poyrazoğlu’nun oğlu Seyfi Paul’u oynayan Fethi Kaynarca ve gay askeri canlandıran Hakan Ka gelmişti. Sanat Tasarım Fakültesi tarafından düzenlenen ve zaten o binada olan konferans aslında saat 15:00’teydi ama bayağı geç gelmişlerdi. Sanat Tasarım Fakültesi çok gürültülüydü. Ebru ve Ece’yle “Bizde böyle olmazdı” filan diye dedikodu yapmıştık. Önce Mustafa Altıoklar gelmişti. Aslında diğerlerini bekleyecekmiş ama zaten çok beklediğimiz için daha fazla bekletmek istememiş. Ben Mustafa Altıoklar’ı hep çok bilmiş, çirkin, itici biri olarak düşünürdüm ama gerçeğini dünya gözüyle görünce insanın gözünde yakışıklı, kültürlü, karizmatik, pozitif bir imaj oluşuyor. O, sinema hakkında konuşup tavsiyeler verirken ilk önce Hakan, sonra Fethi içeriye girmişti. Biz de her biri geldiğinde alkışlıyorduk. Ben dersi bu konferans için kırmıştım ama bizim sınıftan başkalarını da görünce dersin iptal olduğu söylentisinin doğru olduğunu anlamıştım. Ben gelecekte kısa bir süreliğine de olsa çalışacağım “Digiturk” platformunun dergisinde Mustafa Altıoklar’ın röportajını okumuştum. Orada “O Şimdi Asker”in çekimlerinde ordunun 2 sahneyi çıkarttırdığını söylüyordu. Ben de bu sahneleri çok merak etmiştim. Fırsat ayağıma geldiği için bizzat kendim sormuştum. O da o iki sahneyi detaylarıyla anlatmıştı bana ama ben kısaca özetleyeyim. Birinci sahne torpil için telefon açmalarıymış. İkinci sahne de torpillilerin buna güvenip spor ayakkabılarıyla birliğe gelmeleriymiş. Sonra kasap bölümünde onlara et kesme cezası vermişler. Onlar kasap odasında iğrenmişler, bir tanesi sara nöbeti geçirmiş. Sonra üzerini etlerle kaplamışlar ve etlerden yastık yapmışlar o titrerken… Yani bu sahneler çıkartılmasaydı öyle olacakmış. Ben dinlerken bu sahneleri hayalimde canlandırmıştım. Mustafa Altıoklar da bunu anlayıp “Sen de şu an izledin galiba” diye espri yapınca herkes gülmüştü. Fethi’nin annesinin bizim üniversitede hoca olduğunu öğrenmiştik. Fethi’nin filmdeki babası Ali Poyrazoğlu’nu da konferanstan 1 yıl önce görmüştüm aslında. O anımı da yeri gelmişken anlatayım. 20 Nisan 2002’de Beyoğlu’nda gezerken (gözlerini süzerken diye devam ediyormuşum) birden bire Ali Poyrazoğlu çıkmasın mı karşıma? Cep telefonuyla konuşuyordu ama o kadar yakından geçmişti ki sanırım “Aaa! Ali Poyrazoğluuu!” diye kendisini aileme gösterirken duymuştu. Ailecek Taksim’de alışveriş yapıyorduk. Kıyafet ve aksesuarların yanı sıra Jennifer Lopez’in “J-Lo Tha Lo! – The Remixes” albümünü de o gün almıştım.
Yazıma son verirken geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz The Supremes grubunun üyesi Mary Wilson, Yeşilçam oyuncuları Nur İncegül – Toygun Ateş, Yazar Doğan Cüceloğlu, nostaljik şarkıcılardan Serpil Barlas ve Müzisyen Mehmet Mert El’i rahmetle anıyorum.