İnternet hayatına gireli 4 yıl olmuştu Demir’in… Artık interneti avucunun içi gibi biliyordu. İnternetsiz bir gün bile duramıyordu. Bu yüzden kendine bir dizüstü bilgisayar almıştı. Web sitesi bile vardı. Ünü Mahir’i bile geçmişti. Yurt dışından birçok ziyaretçisi oluyordu, ziyaretçi defteri dolup taşıyordu mesajlardan…
Demir yalnız yaşıyordu. 28 yaşındaydı. Annesinin “Artık evlen oğlum” baskılarına artık alışmıştı. Fakat Demir yalnızlığı seviyordu. Sanal alemde yalnız değildi zaten… Zaten ekonomik durumu da iyi olduğu için Laila’dan çıkmaz olmuştu. İnternet işlerini bitirdikten sonra her geçen gün artan arkadaşlarıyla birlikte soluğu Laila’da alıyordu. Tabi çapkınlık yapmayı da ihmal etmiyordu dans etmekten vakit bulduğu zaman.
O gün karlarla kaplı bir kış günüydü. Kışları dışarı çıkmazdı, clubber’lık taslamazdı. Canı istemezdi. Çünkü soğuk kanını dondururdu. İyi de hangi kanı? Doktoru ona kansız olduğunu söylemişti; hatta ilaçlar vermişti.
Demir her zamanki gibi yine internete dalmıştı. Saat 4 olduğu halde hava kapkaranlıktı. Lapa lapa kar yağıyordu. Işık ara sıra 1 saniyeliğine sönüyor, sonra yine geri geliyordu. Şimşeğe benzer bir ses duydu. “Kar yağarken hiç şimşek duymamıştım. Bu imkansız!” diye düşünürken neredeyse 10’u bulan e-mail adreslerinden Yahoo’daki olanının ana sayfası gözünde büyümeye başladı. Elektrikler kesilmişti ama bilgisayar garip bir şekilde çalışıyordu. Butonlar, imageler, linkler, oklar üç boyutlu olmaya başlıyordu. Birden her yer bembeyaz oldu. Gözlerini açtığında çok garip bir yerdeydi. O kadar ışıklı bir yerdi ki gözlerini zor açıyordu. Hollywood’daki en ışıklı stüdyodan bile daha aydınlıktı. “Herhalde bilgisayar patladı, şu anda cennetteyim. Ölmüş olmalıyım.” diye düşündü. Gri bir basamağa tutunup ayağa kalktı. O da ne? Bu gri şey “Send” butonuydu. Bu nasıl olabilirdi?
Birkaç dakika öyle bakakaldıktan sonra jeton düşmüştü. Nasıl olduysa internetin içine girmişti. Ne yapacağını, nasıl çıkacağını düşünmeye başladı.
Demir bir süre sonra hiçbirşeyin fayda etmediğini anladı. Çıkış yeri simsiyah görünüyordu. Çalışma odasının silüeti çok az görünüyordu. Gölge bile denemezdi. Ne zaman yaklaşsa oraya güçlü bir elektrik onu geri itiyordu. Madem birşey yapamıyordu, “Bunun tadını çıkarmaya başlayayım o zaman” dedi. Hem internette gezerken oturmaktan sırtı da ağrımayacaktı. İstediği şekilde gezecekti.
Hala Yahoo’daydı. Compose’a nasıl girdiğini hatırlayamadı. Ya yanlışlıkla basmıştı, ya da zaten bir e-mail yollamak için içeri girmeden evvel fareyle basmıştı; o sayfa açılırken de olan olmuş olmalıydı.
Demir ne yaptığını hatırladı. E-mail arkadaşı Jessica’ya e-mail yollayacaktı. Address Book yazısına uzanıp eliyle bastı. Kendini bir anda adres defterinde buldu. Tam tahmin ettiği gibiydi. Diğer açılan pencere tıpatıp aynıydı normal zamanlarda gördüğü gibi… Jessica’nın e-mail adresinin yanındaki küçük boş girintiye dokununca (tik) işareti belirdi. Sonra “Done”a bastı. Peki şimdi pencere kapanınca ne olacaktı?
Korktuğu başına geldi. Compose sayfasının dibine kıç üstü düştü. Yanında bir sörf tahtası belirdi. Üzerinde bir duvar şekli ve üzerinde yazılar vardı sörfün… Çok tanıdıktı. Yazıları; yani şiirlerden, atasözlerinden, şarkı sözlerinden alıntıları okuyunca anladı. Bu onun bilgisayarının wallpaper’ıydı. Bu onun Wall Paper lafına espri olarak karşılığıydı. Sanki duvar kağıdı yokmuş, tuğlaları fırlamış duvarının üzerinde grafitti gibi sözler ve bazı şekiller varmış gibi düşünerek bunu yapmıştı.
Sörf’le ne ilgisi olabilirdi ki? Aman Allahım! “İnternet’te sörf” deyimi gerçekleşmişti. Zaten Bodrum’dan sörf yapmasını biliyordu. Bir pencereden diğer pencereye geçerken düşmemek için kullanacaktı üzerinde wall paper’ı bulunan sörfü…
Peki şimdi e-mailini nasıl yazacaktı? “Ne yapacağım ben?” diye sesli sesli düşündü. Bunu der demez e-mail yazılan boşluğa “Ne yapacağım ben?” yazısı belirdi. Evet, demek böyle yazılıyordu. Silmek için ise aklına gelen ilk şeyi denedi. El sallar gibi elini yazının üzerinden geçirdiğinde el, silgi işlevi görüyordu. Yani işe yarıyordu. Yazmak istediklerini sözlü olarak söyledi. Yazdıklarını bitirince “Send” butonunun içeri doğru girmesi hiç bu kadar zevkli olmamıştı. Resmen dokunuyordu butonlara…
E-maillerini kontrol etmek için Inbox’a bastı. Zaten bundan birkaç saat önce kendine özel maillerini açıp okumuştu. Bu süre zarfında yine her zamanki gibi spamdan, yani reklamdan başka birşey gelmemişti. Sörfünü yere koyarak bunları sildi. Ne olur, ne olmaz… Bir de aralarında virüs varsa yandıydı. Fakat henüz silmediği kişisel e-maillerini zevk olsun diye okudu. Her sayfa açıldığında sörf tahtası kullanarak…
Artık buradan çıkmalıydı. Başka sitelere girmeliydi. Sörfünü aldı. Başını kaldırarak tepeden çıkardı. Tam tahmin ettiği gibi burada browser vardı. Yandaki oka bastı. Daha önce girdiği siteler belirdi. www.altavista.com ‘a bastı. Sörfle geçiş yaptı. Önünde butonlar, bannerlar, yazılar belirirken değişik bir ülkeye gitmiş gibi hissetti kendini… Adeta ışınlanmıştı. “Beautiful Places” dedi. Burda da aynı yöntem işledi. Söylediği söz boşluğa yazılınca “Search”e dokundu. Tabi altında sörfüyle…
Önüne çıkan ilk linke bastı. Bu sefer daha beter düştü.
Gözlerini açtığında gözlerine inanamadı. Bir tatil yöresindeydi. Ağaçlar, ötmeseler de üç boyutlu olan kuşlar, güzel bir deniz, batmakta olan ama ısıtmayan güneş, önünde kırmızı-sarı hale gelmiş bulutlar ve bir şezlong… O şezlonga uzanıp o güzelliği seyretti bir süre… Daha başka fotoğrafların içine girmek istedi ve oradan sörfüyle çıktı. Çıktığında karşısında o fotoğrafın adeta bir tablo gibi çerçevelenmiş haliyle karşılaştı. Altında “Bu güzel yerde tatil yapmaz istemez misiniz? Bu mümkün. Uygun fiyatlarla otelimize rezervasyon yaptırabilirsiniz.” diye başlayan bir yazı vardı. Onun hepsini okumadı. Altındaki “Daha başka fotoğraflar için buraya tıklayınız.” yazısına bastı. Bu sefer temkinliydi. Sörfü hazırladı.
Karşısına aynı boyutlarda, sıra sıra dizilmiş birçok fotoğraf çıktı. Havuzda eğlenen çocuklar, bir lokanta ve garsonlar, güneşlenen insanlar, tarihi yerler, otel odalarının içi, birçok manzara, v.s. Tüm fotoğrafların içine girdi. İnsanlar da hareket etmiyordu ama vitrin mankeni gibi şekilden şekile sokulabiliyordu. Bu çok hoşuna gitti. Yaratıcı gücünü kullanarak onları şekilden şekile soktu Demir… Hele üstsüz güneşlenen bir turisti tamamen soyması yok mu?
Burada çok zaman geçirdiğini anlayan Demir tanışmak istediği ünlülerin sitelerine girdi. Hayatlarını okudu ve ünlülerin çeşitli dönemlerine ait olan fotoğrafların içine girerek o anları yaşamış gibi oldu. Genç yaşta hayatlarını kaybeden Kurt Cobain ve Aaliyah’ta çok duygulandı.
Artık saatler geçmiş olmalıydı. Gerçek dünyaya dönmek istiyordu. Ne yapacağını kara kara düşünürken farkına varmadan bir bannera dayandı. Kendine geldiğinde kendisini bir vampirin kollarında buldu. Çığlık attı. Tüyleri diken diken olmuştu. Kolunda bir acı hissetti. Vampir gerçek olmamasına rağmen Demir’i ısırmıştı. Olamaz! Bu vampir oynuyordu. Yanındaki Kurt Adam, Frankstein, hayalet, şeytan da öyle… En korkutucu şeytandı. Kanlı olan kolunu vampirin dişlerinden çekerek geri kaçtı. Çıkış ters taraftaydı. O korkunç yaratıkların hep aynı hareketi tekrarladığını farketti. Evet, bu bir animasyondu. Gerçek olmamalarına rağmen korka korka yanlarından geçerek animasyondan çıktı. Bir korku sitesinin ana sayfasındaydı. Yine bu kol yarası iyi. Ya yandaki bıçağı savuran Zombie’nin animasyonuna düşseydi de o bıçak kalbine saplansaydı? Sörfünü kaybettiğini farketti. “Bu böyle olmayacak” derken Internet Explorer’dan aslında çıkabileceğini keşfetti. Tam gri çerçeveye yaslanıyordu çünkü… Oradan çıktığında kendisini yeşil, kahverengi ve siyah gökdelenlerin olduğu, metalik gri caddelerin olduğu bir şehirde buldu. Bu şehir normal bir şehirden farklıydı. Hemen tanıdı. Şu anda hard diskinin içindeydi. Yani burası bir şehir değil, dev bilgisayar parçalarıydı.
Bir delik farketti. Hemen oraya koştu, koştu, koştu. Ta ki o ışığın içine girene kadar…
Uyandığında sabahtı. Bu bir rüya olmalıydı. Fakat yatağında değil, bilgisayarının önünde uyanmıştı. Bilgisayarı açıktı ve ScreenSaver’ı çalışıyordu. Bunu geçen gece içtiği içkiye ve uykusunun gelmesine bağlayarak bilgisayarı kapattı. Printer’ın açık olduğunu farketti. Tam onu kapatırken printerdan çıkmış kağıtlarda o tatil yöresinde, canavarlarla ve ünlülerle olan fotoğraflarının olduğunu farketti. Hepsinin içinde kendisi ve internette yaşadıkları belgelenmişti. Bunların bir rüya değil, gerçek olduğunu anlamasıyla hayretler içinde kaldı. Bu resimleri ömrü boyunca saklayacak, yakınlarına ise “Photo Shop programıyla yaptığım fotomontajlar” diyecekti…
YAZILDIĞI TARİH: 20 Haziran 2002 Perşembe – 21 Haziran 2002 Cuma
© Turgay Suat Tarcan