BARIŞ MANÇO’YU 15., CEM KARACA’YI 10. ÖLÜM YILDÖNÜMLERİNDE ANMAK…
8 ŞUBAT 2014 CUMARTESİ: Bugün izinliydim. Bir organizasyon yapıp geçen hafta 15. yıl dönümü olduğu için Barış Manço’nun Kadıköy Moda 81300’deki evine; yani Barış Manço Müzesi’ne 3,5 yıl aradan sonra tekrar gitmek için birkaç arkadaşı çağırmıştım. Bazı arkadaşlar işten erken çıkabilirlerse ya da önceden yaptıkları plan bozulursa geleceklerdi. Ama gelemediler. Kesin gelecekler ise BJK TV’de beraber çalıştığım Doğan TV kankam Emrah; kuzenim Mert ve Michael Jackson fanlardan Ece’ydi. Ya da ben öyle sanıyordum. Bir fire daha verecektik.
Metrobüs ile gideceğim halde İstanbul trafiğine güvenmiyordum. Zaten uykusuz sayılırdım. Gece yarılarında işten dönmüştüm. Daha sonra heyecandan mıdır; yoksa birkaç gün üst üste 12 saat uyuduğum için midir; bilemiyorum ama off olduğum halde sabaha karşı bir gözlerimi açtım. Bir daha da uyuyamadım. Oraya dönüyorum olmuyor; öbür tarafa dönüyorum olmuyor. Ben de madem uyuyamıyorum, erkenden kahvaltı edeyim dedim. Sonra internetti, gazete okumaydı filan zaman geçirdim. Yol bazen metrobüsle bile 2 saat sürdüğü için (sanıyorum bunun nedeni metrobüslerin İstanbul trafiğine köprüde takılmaları olabilir) sanki 2 saat kaybım olacakmış diye hesap yapıp buluşma saatinden 2 saat evvelinden evden çıktım. Saat 13:30’da Kadıköy’deki balonun orada buluşacaktık, çünkü karşının insanı olduğum için Kadıköy deyince aklıma gelen tek merkezi yer orası oluyor. Saat 11:00 sularında çıktım ama yol sadece 1 saat sürdü. Belki de şoför çok hızlıydı, belki de yolun açık olması etkili oldu, bilemiyorum. Ben de buluşma saati gelene kadar dolaştım.
Akmar Pasajı’na uğramadan olmazdı. Barış Manço’nun “Sakla Samanı Gelir Zamanı” adlı albümü bende yoktu. Çünkü bu albüm yurt dışında basılmıştı ve Türkiye’de piyasada olan tüm Barış Manço albümleri bende olmasına rağmen bu albümü D&R, Megavizyon gibi müzik marketlerde bulamıyordum haliyle… Derleme albüm olduğu için çok da ihtiyaç hissetmemiştim ama “Eğri Büğrü” gibi diğer Manço albümlerinde olmayan birkaç şarkı ya da farklı versiyon vardı. Mutlaka arşive katılması gereken nadir bir eserdi. Pasajda daha önceden de görmüştüm ama çok pahalı bulduğum için almamıştım. Fakat içimdeki Barış Manço arşivciliği sevdama yenik düşerek bugün tekrar görünce almaya karar verdim. Yine derleme albüm olan “Yeni Bir Gün”, “Dünden Bugüne” ve “Disco Manço” eksik kaldı bende… Diğerlerinin hepsi bende var. Zaten geçen hafta hazırladığım bir Barış Manço sayfasında Manço arşivimin büyük bölümünü de göstermiştim hatırlarsanız… Buna “Çocuk Şarkıları” serisi ve Doğukan Manço’nun single’ı da dahil… Bende bulunan birkaç albüm yine nadir durumda… Örneğin “2023” ve “Kervan” gibi… Ama demin bahsettiğim 3 albüm de piyasada henüz olmadığı için bende yok. Umarım bir gün onları da bulurum.
Neyse, Akmar Pasajı’ndan bir de The Jackson Five’ın “Christmas Album”ünün plağını aldım. Aslında bende CD’si vardı bu albümün ama kapağı değişikti. Sonradan yapılmaydı. Orijinal kapaklısını bulunca dayanamadım. Barış Manço Müzesi’ne 2010 yılında Ece, Burçin ve Burçin’in eşi ile gittiğimde üzerimde Michael Jackson t-shirt’ü vardı. Çünkü bu aynı zamanda mini bir MjTurkLover buluşmasıydı ve Barış Manço t-shirt’üm yoktu. Bu kez Barış Manço t-shirt’ümü giyerek gitmiştim ama yine yanımda Michael Jackson’la ilgili bir şey taşımak nasipmiş. Tabii ki ilk Barış Manço plağımla (diğer albümler bende CD ve kaset olarak var) gidecek olmam da garip bir tesadüftü. Aslında yine bir MJ t-shirt’ü karşıma çıkmıştı. Barış Manço Müzesi’ne birkaç yıl aradan sonra tekrar gitmeden evvel Michael Jackson t-shirt’üne rastladım Akmar Pasajı’nda… Çok beğendim ama çok t-shirt’ü olduğu için bende, almadım. Bu arada 2010’da müzeye gittiğimizde yine MJ ile ilgili bir anı olmuştu. Bir spor salonunun önünden geçerken “They Don’t Care About Us” çaldığını fark etmiştik. Bir barın önünden geçerken de “Billie Jean” çalıyordu. MjTurkLover’daki “Michael Jackson’ın karşımıza çıkmadığı yer yok!”a koymamı önermişti Ece hatta…
Bu sabah erken kalktığım için saat 12:00 sularında karnım acıkmıştı. Kadıköy sokaklarında Burger King, Mc Donald’s gibi bir yer arıyordum. Normalde şıp diye bulmama rağmen bu kez kalabalığın ve balık pazarının sıkışıklık yaratması nedeniyle kayboldum, yönüm bile şaştı, bulamadım. Ama karşıma “Pizza Vegas” adında çok güzel bir pizzacı çıktı. Orada yedim. Barbekü sosu da sıktım, güzeldi pizza…
Dolaşırken verdiğimiz fireyi de öğrendim. Mert de uykusuz kalmış. Arkadaşlarıyla Okan Bayülgen’in programını izlemeye stüdyoya gitmişler. Uykusuz kalınca da rahatsızlanmış söylediğine göre… O yüzden gelemeyeceğini SMS ile belirtti. O sırada Emrah aradı, zaten Mert’in mesajını da o sayede gördüm. Yolda olduğunu söyledi ve nerede olduğumu sordu. Ben geldiğimi söyleyince “Aaa bilseydim ben de erken çıkıp gelirdim, hiç uyumadım” dedi. Yani Emrah da uykusuzdu, hatta benden de uykusuzdu. Sıfır uykuyla geleceğini söyledi. Sadece ben ve Mert uykusuz değildik. Hatta iş Emrah ile de sınırlı değildi. Emrah “Tam 13:30’da orada olurum” mesajı attı ve 13:31’de 1 dakikalık bir gecikme ile dakikliğini konuşturdu. 🙂 Birkaç dakika sonra da Ece geldi. Çok dalgın ve bembeyaz görünüyordu. “Ece, bu ne hal?” dedim. Meğerse o da uykusuz gelmiş. 😀 Bu arada balonun yerinde yeller esiyordu. Kaldırmışlar. Üzüldüm. Kadıköy’ün simgelerinden biriydi ve aklıma gelen tek buluşma yeriydi orada…
Emrah hiç Kadıköy’deki nostaljik tramvaya binmemiş. Ben hatırlamıyorum bindim mi orada diye… Mutlaka binmişimdir ama herhalde üzerinden yıllar geçmiştir. O yüzden Moda’ya tramvay ile gittik. Bazı sistemleri çekiştirirken kalabalık, çocuklu bir ailedeki annelerden bir tanesi da muhabbetimize katıldı. O aile ile farklı duraklarda indik ve bir de ne görelim? Barış Manço’nun evine geldiğimizde kapıda yine o aileyle karşılaştık ve “Aaa siz de mi buraya geliyordunuz?” diye şaşırdık. Barış Manço vefat ettiğinde henüz doğmamış olan çocuklarına efsanevi sanatçıyı tanıtmaya gelmişlerdi. Benim yaşlarıma yakındılar, kısacası Adam olmuş çocuklar, adam olacak çocuklarını getirerek yeni bir kuşağa daha Barış Manço sevgisini aşılamaya gelmişlerdi.
Girişte 34 BM 777 plakalı arabanın eve geri döndüğünü görünce sevindik. 28 Kasım 2010 Pazar günü gittiğimizde 1999’da Barış Manço vefat ettiği hafta yine bu eve geldiğimde gördüğüm o arabanın yerinde sıradan başka bir araba vardı ama bu kez Manço’nun kilometrelerce yol kat ettiği ünlü arabanın kendisi gelmişti. İçeri girdik ve galoş makinasına ayağımızı sokup ayakkabılarımızı galoşlattık. Ayağınızı sokuyorsunuz ve otomatikman ayakkabınızı galoş kaplıyor. Epey eğlenceli geldi bize. 😀 Yalnız müze ücretine zam yapmışlar. 2010’da geldiğimizde 1 TL idi. Bu sefer ise 5 TL’ye çıkmıştı. Demek ki her ne kadar kar amacı gütmediklerini müze ilk kurulduğunda açıklasalar da Kadıköy Belediyesine para tatlı gelmiş olmalı.
Eve, yani müzeye girdiğimizde bizi Barış Manço’nun 15. yıl dönümü için geçen hafta kamuoyuna sunulan balmumu heykeli karşıladı. Geçtiğimiz hafta heykeltıraş Murat Daşkın’ın silikon kullanarak yaptığı gerçek boyutlardaki Barış Manço heykeli de ilk kez görücüye çıkmıştı ve Facebook’tan bu heykel ile fotoğraf çektiren Barış Manço hayranlarının resimlerini görünce tekrar müzeye gelmeye karar vermiştik. Kozyatağı Kültür Merkezi’nde çekilmişti fotoğraflar ama sonra müzeye taşınmıştı. Barış Manço gerçekten ölümsüz galiba… Evinin önünde bizi karşıladığında küçük dilimizi yutacaktık. Barış Manço’nun bir Türk sanatçı tarafından yapılan balmumu heykeli o kadar gerçekçiydi ki “Keşke Sapphire Alışveriş Merkezi’ndeki müzeyi Ruslara değil de Türk sanatçılara verselerdi” diye düşünmeden edemiyor insan… Acilen eser sahibi Atatürk heykeli de yapmalı! Hele mumyayı yakından görün. İnsan korkuyor. Elleri bile gerçek gibiydi. Gözüm ellerine takıldığında gözlerinin oynadığını sandım. Belki de sanmadım, ruhu geldi! Gerçekten de abartmıyorum… Beni anlamanız için kendinizin gidip görmeniz lazım. Bir de Türk’ün yaptığını öğrenince gururlandık. Kimin yaptığını bilmiyorduk. “Japonlar mı yaptı, yoksa Ruslar mı? Yok Rus değildir, onlar kötü yapıyor” derken görevli kadın Türk sanatçının yaptığını söyledi. Demek ki imkan verilse Türk sanatçılara, Sapphire Alışveriş Merkezi’nde daha iyi balmumu heykelleri bulunur. Bir de neden o AVM’ye Barış Manço koymamışlar, hala şaşarım… Eskiden bu piyanonun başında siyah, çok kötü bir heykel vardı. İyi ki onu kaldırıp yerine bunu koydular.
2010 ve 2014 arasında birçok fark vardı. Örneğin heykeller eksilmiş. Mesela 2010’da gittiğimizde daha çok siyah heykel vardı. Şimdi azaltmışlar o heykelleri… Herhalde o siyah, taştan heykellerin bazıları çok kötü olduğu için kaldırmış olabilirler. Bazı heykeller hiç benzemiyordu ama olsun çok duygusal bir hava vardı. Buram buram Barış Manço kokuyordu… Yine de kaldırılmasına hafif üzüldüm. Piyano başındaki değişiklik hariç… Mesela girişte domates, biber, patlıcan heykellerinin ve Barış Manço’lu kapının yanında “Adam Olacak Çocuklar” vardı. Girişteki 10 puan gösteren “Adam Olacak Çocuklar” heykeli yok mesela… Manço ailesi heykeli filan da gitmiş. Süper babaanne heykeli var mıydı hatırlamıyorum ama ilgimi bu sene gittiğimde çekti. Belki de vardı da heykel fazlalığından gözümden kaçmıştı.
Yine girişte Barış Manço vefat ettiğinde masasında kalan anahtarı, cep telefonu ve ajandası aynı şekilde korunması yeniden beni duygulandırdı. Bu arada hem cep telefonundan, hem de ev telefonunun aynısından bizde de vardı. Diğer önemli eşyalar yine korunuyordu. Kıyafetler, ödüller, ses kayıt cihazları, antikalar, tuvalet, şövalye odası, yüzükleri, kemerleri, aksesuarları, gravatları, Adam Olacak Çocuk Odası, çocukları Doğukan ve Batıkan Zorbey Manço’ya aldığı oyuncaklar, pasaportları, kredi kartları, oturumları, kimlikleri, fotoğrafları, askere gitmeden önce kestirip sakladığı saçı, askerlik üniforması, plaktan yapılma masalar, v.s. Havalimanı’nda çalışan biri olarak Barış Manço’nun pasaportlarını kontrol ettim, orijinaldi. Keh keh. 😀 24 Ayar albümünün kapağını pasaporta fotoğraf olarak koymuş. İlginç… Ben televizyoncuyken müzede görebileceğiniz gri kasetlerden kullanırdık. Betacam derdik… Müzeye ilk gittiğimde “Neden Barış Manço plaklarını, kasetlerini ve CD’lerini sergilemiyorlar?” diye şaşırıyordum. Hatta Facebook’a “Aslında tek kaset koyacaklarına tüm kasetlerini, CD’lerini, plaklarını, 45’liklerini falan bir vitrinde sergileseler ya?” diye yazmıştım. 3 yıl aradan sonra tekrar gittiğimde albüm bölümleri yaptıklarını görüp sevindim. Sadece “Değmesin Yağlı Boya” kaseti vardı eskiden… O kaset ise bu sene devrilmiş. Düzeltilmesi gerektiğine kanaat getirdik. Ayrıca müzeye gittiğinizde Barış Manço CD’leri, plakları, t-shirt’leri ve yüzükleri satın alabiliyorsunuz. Barış Manço yüzüklerini denedim. Hepsi bana büyük geldiği için almadım, yoksa alacaktım.
Bende Barış Manço bebeği vardı yıllardır. Müzede olmadığı için müzeye bağışlamak geliyordu içimden… Ama kıyamıyordum. Başka kıyafetli bir versiyonunu koymuşlar! Ayrıca Güven Erkin Erkal’ın geçtiğimiz aylarda alıp bitirdiğim “Türkiye Rock Tarihi 1” kitabını da koymuşlar!
Ayrıca aile ve solo fotoğrafları eskiden küçük çerçevelerle konulmuştu. Bu sefer billboard, afiş gibi büyülterek koymuşlardı. Hatta Barış Manço maketleri de vardı artık. Aklımda 2010 yılında bir Manço sülalesi fotoğrafına aldığım güzel yorum geldi. Facebook’ta Barış Manço’nun kardeşleri Savaş Manço ve İnci Manço İlbay ile çocukları Doğukan Hazar Manço ile Batıkan Zorbey Manço arkadaşlık isteklerimi kabul ettikleri için arkadaşım durumundalar. Bahsettiğim sülale fotoğrafında Barış Manço’nun ağabeyi Savaş Manço’yu da tag’lemiştim. O da 5 Aralık 2010 tarihinde saat 12:47’de “Ayaktakiler: soldan sağa Amcamız Hilmi bey, Halamızın eşi Nahit bey, Babamız Hakkı bey, Amcamız Nezih bey. Oturanlar: en solda Halamızın ikinci kızı Zuhal ablamız, Halamız Raife hanım, Babaannemiz Nimet hanım (şarkıların “Süper Babaannesi” ve “Gülpembesi”), önlerinde ve ayakta Halamızın oğlu Yusuf ağabeyimiz, Babaannemizin kucağında Babamızın ilk oğlu Oktay ağabeyimiz, Babamızın ilk eşi ve Oktay ağabeyimizin annesi Nezihe hanım ve en solda Halamızın ilk kızı Vial ablamız. Yaratan hepsine gani gani rahmet eylesin… Sevgili Turgay, sana da eski anılarımı canlattığın için binlerce teşekkürler… Sevgili Turgay, sence bu resim niye duvarda değil de yerde?” diye yorum yazmıştı. Bu yorum beni epey sevindirmişti. Ben de aynı gün saat 14:00’te “Bir şey değil. Yorum yaptığınız için çok teşekkürler. Neden duvarda değil, hiç bir fikrim yok. Barış Manço Müzesi’nde çekmiştim bu fotoğrafı… Yani Moda’da. Ama bir kez daha gitmeyi planlıyorum. Sorarım isterseniz…” diye cevap yazmıştım Savaş Manço’ya… Ama tekrar gitmem birkaç yılı bulunca sormayı unutuvermişim. Büyütülmüş aile fotoğrafını da yere koymuşlardı. Savaş Manço yine haklı olarak bozulacak.
Bir Barış Manço yağlı boya resmi bana eski günleri aklıma getirdi. 1999 yılında Barış Manço daha yeni vefat ettiği ilk günlerde evini ziyaret etmiştik ailecek… Bu tablo evin girişindeki avlu gibi yerde asılıydı. Barış Manço’nun ilk ve tek filmi özelliğini koruyan “Baba Bizi Everse”nin film afişi dikkat çekici unsurlardan biriydi. Ama bendeki VCD’de ve D&R gibi müzik marketlerde satılan DVD’lerde farklı bir kapak kullanmışlardı. “Baba Bizi Everse”nin orijinal afişi DVD kapağı değilmiş, oymuş yani… Yemişler bizi… 😛
Yalnız evde hiç mutfak olmaması çok ilginç… Bugün bizi ekmek zorunda kalan kuzenim Mert Zaim, 30 Kasım 2010 tarihinde saat 02:06’da “Üç kere gittim, üçünde de evde mutfağı bulamadım. Sizde mi bulamadınız?” diye yorum attığında aklıma gelmişti. Ben de aynı gün saat 10:43’te “Aaa hakikaten de mutfak yoktu. Sen diyene kadar fark etmedim. Belki başka bir şey yapmışlardır oraya. Mesela umumi tuvaletler bence önceden başka bir şeydi.” diye yazmıştım. Yönetim odası filan da olabilir ama hakikaten yine mutfağı göremedim. Neslihan Aslım adındaki Kerim Tekin sever bir arkadaş da “Ben de geçtiğimiz Temmuz ayında gittim. Kapanışa yakın gittiğim için sadece 20 dakika gezebildim; ama haklısınız, mutfak görmedim ben de. Banyoların çifter çifter olması bende de böyle bir şüphe yarattı” diye yorum yazmıştı yine 2010’da…
Aslında geçen hafta Pazar günü yine anma nedeniyle Manço ailesi ve hayranları Barış Manço Vapuru’na binip mezarına gitmişlerdi. Balmumu heykelini de ilk onlar görmüştü. Bu vapur yolculuğu her sene geleneksel olarak yapılıyor ama hep Pazar’a denk getirdikleri için ve ben şu ana kadar çalıştığım bütün şirketlerde genelde Pazar günleri çalıştığım için gidemiyordum. Ama Barış Manço Vapuru’na kişisel olarak binmiştim. Sonunda 20.08.2011 tarihinde hep binmek istediğim Barış Manço Vapuru’na adalara giderken tesadüfen binmiştim. Burgaz Adası yolculuğu vesile olmuştu. İçinde Barış Manço resimleri asılı falan diye hayal ediyordum ama öyle değildi. Standart bir vapurdu işte… Ama belki ölüm yıl dönümlerinde süslüyordur. Doğukan Manço ile yıllar öncesine dayanan internet arkadaşlığımız olabilir. Hatta 2002 yılında web sitem için röportaj vermişti ama ben onu 12 Ağustos 2001 tarihinde İzmir’deki Pamukkale otobüs durağında görmüştüm sadece… Fakat inşallah ben de Facebook’taki Barış Manço Fan arkadaşlarım gibi katılırım bu tür organizasyonlara…
Gerek “Adam Olacak Çocuk” odasındaki dekorlar, heykel olsun; gerek kafeteryada kafamızı deliğe sokup çocuk bedeninde Barış Manço’nun yanında “Adam Olacak Çocuk” programına katılmış gibi lunapark misali çektirebileceğimiz maket olsun; “7’den 77’ye” programını hatırlatan öğeler vardı. Hatta Facebook’a kendi versiyonumu “Evet yıllardır gizlediğim bir sırrımı açıklıyorum! “Adam Olacak Çocuk” programına küçükken ben de katılmıştım! Kanıtı da bu fotoğraf… Şaka bir yana, Küçük Hüsamettin gibi çıkmışım.” diye yazarak koydum. 🙂 Komik oldu. Aneeeyyy! 😀 Ben de “Adam Olacak Çocuk” programına katılmış gibi oldum! Küçükken hayal ederdim o programa katılmayı ama nedense bu isteğimi içime atmıştım.
Barış Manço çerçevelerinden birisi t-shirt’ümdeki fotoğrafın aynısıydı. Tabii ki hemen yanında fotoğraf çektirdim. Evet, arkadaşlar. Müzeyi gezdik. Bir kaç kişiydik ama yine de çok güzel bir gün geçirdik. Barış Manço’yu andık. Duygulu anlar yaşadık müzede… Mesela Barış Manço Müzesi’nin hemen karşısında Manço’nun komşusu çok anlamlı bir poster asmıştı… Mustafa Kemal Atatürk posteriydi bu ve “Unutturmayacağız!” diye yazıyordu. Bence Barış Manço; Atatürk’ten sonra Türkiye’nin başına gelen en güzel şey… Ben de Barış Manço magneti aldığımda buzdolabında Michael Jackson, Mustafa Kemal Atatürk ve benim magnetlerimin yanına koymuştum.
Müzeden çıkıp sahile çay bahçesine giderken bir de ne görelim? Karşıdan Direc-t grubunun solisti Bilge Kösebalaban geliyor. Yıllardır görmüyordum. O benim yanıma geldi ilk olarak… “Merhaba. Naber?” dedi. Ben de “Bilge’ye benzeyen bu adam da kim?” gibi bakınca bana benzeyen birisinin yanına gittiğini sanmış. Çünkü insanlara ikizi gibi benzeyen insanlara rastlayabiliyormuş. O olduğunu anlayıp “Aaa iyilik senden naber?” deyince Melis Danışmend’in benzerine yaklaştığı komik olayını anlattı. Kaç yıl aradan sonra bir hatıra fotoğrafı daha çektirdik… Kendisi şu an solo albüm hazırlığındaymış… MP3 Player’ımda Direc-t albümlerinin olduğunu ve hala severek dinlediğimi söyledim. Fakat eklemeyi unuttum. İnternetten indirmedim. Orijinal bandrollü CD’lerini arşivimde saklıyorum. Yanlış anlaşılma olmasın… Albümlerini yasal olarak CD formatında almıştım. Evet, albümleri daha çok MP3 Player’dan dinliyorum ama orijinal CD’lerinden türettim. Vardiyalı çalıştığım için müziği daha çok MP3 Player’dan dinler oldum da… Bu arada çok ilginç bir şey anlatacağım. Dün Barış Manço Müzesi gezintimin nasıl bir şeye benzeyeceğini hayal ettim. Yani hayal değil de, tahmin gibi bir şey… Beynimde canlandırdığım olayda müze çıkışı Bilge’ye rastlıyorduk. Ve gerçekten de çıkışta onunla karşılaştık. 6. hislerim bazen böyle bana oyunlar oynayabiliyor. Anlatasım geldi ona ama anlatamadım. Sonra özel mesajla olayı ona anlattım. O da kendisine de böyle şeyler olduğunu söyledi.
Bu arada bugün de Cem Karaca’nın 10. ölüm yıldönümü var. Onu da rahmetle anıyorum. Onunla yaşarken bir anıya sahip olduğum için çok şanslı hissediyorum kendimi… İstanbul Kültür Üniversitesi’nde ben öğrenciyken konferans vermeye gelmişti. Ben de geleceğimi bildiğim için yanımda Uğur Dikmen, Cahit Berkay, Engin Yörükoğlu ve Ahmet Güvenç (kısacası yarı Kurtalan Ekspres) ile kaydettiği çok sevdiğim “Bindik bir alamete…” kasetini getirmiştim.
Rahmetli Cem Karaca’dan iyi ki bu imzayı almışım… Onunla sohbet etme fırsatı da bulmuştum. Keşke yanımda fotoğraf makinam da olsaydı ama olsun… Bu hatıraya da şükür… Evet, benim için çok değerlidir. Ayrıntılı yazayım. Tarih 26 Nisan 2002 Cuma’ydı. Marka kimliği hakkında bir sunum yapmıştım. Hatta o sunumuma http://www.tst.gen.tr/homework/BrandLoyalty.htm adresinden bakabilirsiniz slayt gösterisi olarak… O yüzden takım elbiseliydim. Normalde üniversitede kot pantolon, t-shirt gibi spor kıyafetler giyilirdi. Ama sunumumuz olduğunda takım elbiseleri geçirirdik üzerimize… Cem Karaca belki de beni hep öyle giyiniyor sanmıştır. 🙂 Saat 16:00’da Cem Karaca’nın konferansı vardı Halil Akıngüç Salonu’nda… O zamana kadar arkadaşlarla kütüphanede ve kantinde zamanımızı geçirerek Cem Karaca’nın konferansını beklemiştik. Kendisi de ünlü olan Edebiyat hocamız İskender Pala açılış konuşması yapmıştı. O esnada Cem Karaca’nın geldiğini ve içeri girdiğini görmüştük. TV’de göründüğünden daha uzun boyluydu ve çok zayıftı. Bence biraz da çökmüştü. Herkes Halil Akıngüç Konferans Salonu’na akın etmişti Cem Karaca’yı görebilmek için… Biz de hemen yer kapmıştık arkadaşlarla… Cem Karaca gelince hepimiz alkışlamıştık. Selam verip kürsüye geçerek konuşmasına başlamıştı. Mozart’tan Aşık Veysel’e, Bakırköy’den İstanbul’a, Nazım Hikmet’ten Beethoven’a, okul anılarından müzik yaşamına kadar bir dolu şeyden bahsetmişti. Artık sıra soru sormaya geçilmişti ama başta kimse cesaret edememişti. Sadece 3 tane hoca bir şeyler sormuştu, o kadar… Bense ilk soru soran öğrenciydim. Hocalar kürsüye çıktığı için ben de Cem Karaca’nın hemen yanındaki kürsüye çıkmıştım ve sorumu sormuştum. Sorum da “Günümüzdeki rock sanatçıları hakkında ne düşünüyorsunuz? Beğendiğiniz isimler var mı?”ydı. İçimden yıllar sonra “Od” albümünde onun “Çok Yorgunum” adlı şarkısını coverlayacak olan Türkçe Rock Müziğinin Kraliçesi Şebnem Ferah’ın ismini vermesini ümit etmiştim aslında… Direk “Şebnem Ferah’ı nasıl buluyorsunuz?” diye soramadım, ayıp olacağını düşünmüştüm. Heyecandan “Öyle…” diye pası atmıştım. Ama sonra “Bir de bir kasetinizi getirdim. Konuşmanızın sonunda onu imzalar mısınız?” deyince herkes gülmüştü. Cem Karaca “Tabii tabii” deyip asıl soruma “İlk öncelikle hala bu kadar koltuğu doldurabiliyorsam, evinize gidip walkman’le ta-ta-ta, ta-ta-ta müzik dinlemek varken kalıp beni dinleyebiliyorsanız hala; ne mutlu bana… Ben bu yere tırnaklarımla geldim ve hala kalfayım. Sanatçı sıfatını kazanmak zor iş… Ben rock’çu kardeşlerimin hepsini eşit seviyorum. Birini daha fazla veya birini daha az değil. Hepsi güzel şeyler yapıyorlar.” diye cevap vermişti. Tabii ki özetini hatırlıyorum, kısaca yazdım. Aslında soruma çok uzun konuşarak yanıt vermişti. Sonra Artvinli arkadaşım Yunus “Hep İstanbul’dan bahsettiniz. Demin Artvinlilerin folklor gösterisini izledik. Ben de Artvinliyim. Neden İstanbul da başka bir yer değil?” diye sormuştu. Cem Karaca ise “Sen nasıl Artvinli olmanla gurur duyuyorsan ben de İstanbullu olmamdan gurur duyuyorum. Fakat Artvin’den gelip İstanbul’a yerleşiyorsunuz ve burada kalıp, para kazanıp memleketinize dönmüyorsunuz. Oraya yatırım bile yapmıyorsunuz. Bu Kars için de, Erzurum için de, Kayseri için de, Rize için de geçerli… Ama bir İstanbullu Artvin’e göç etmez. İşte İstanbul’un farkı burada!” demişti ve hepimiz alkışlamıştık. Bizden cesaret alanlar sorular sormaya devam etmişlerdi sonra… Cem Karaca gerçekten güzel şeylerden bahsetmişti ama ta ki Michael Jackson’a kadar… Konuşmanın o bölümü hoşuma gitmemişti. Bir ara “Hep popçuları eleştirdim ama beğendiğim popçular vardır. Ama Michael Jackson dinlemem. Adam zenciliğini inkar ediyor, tenini açtırıyor. Robot gibi adam ya! Adamın her yeri takma…” demesin mi? Ben “Haydaaa!” demiştim kendi kendime ve Michael Jackson hayranı olduğumu bilen Yusuf’la bakışıp gülme krizine girmiştik. Aslında “’Demin bir sanatçı sanatıyla değerlendirilmelidir’ dediniz ama Michael Jackson’ı estetik ameliyatlarıyla değerlendirdiniz. Bu nasıl bir çelişkidir? Ayrıca ten renginin açılmasının nedeni vitiligo hastalığı” demek istemiştim ama ne fırsat ne de cesaret olmuştu. Neyse ki “Gerçi biz sanatçılar hep acayip oluruz” demişti de tekrar gönlümü kazanmıştı. Konuşmasının sonunda da söz verdiği gibi “Bindik Bir Alamete” kasetime imza atmıştı ve çok sevinmiştim. Bir iki kişi daha imza almayı başarmıştı ama onlar kağıda attırmışlardı. Çıkarken Cem Karaca’yla göz göze gelmiştim ve birbirimize bakıp gülüşmüştük. İmza almak istediğimi herkes bildiği için bunu fark edenlerin hepsi gülmemize katılmışlardı. Karaca, kendi kalemiyle imza atmıştı. Daha iyi olmuştu bence, çünkü hem bende siyah kalem yoktu, hem de “Bakın, aynı zamanda kalemi de kendisinindi” diyebiliyorum. “Hudey Hudey”i çok sevdiğimi söyleyecektim ama söyleyememiştim. Sizce Cem Karaca o kasetin neresine imza atmış olabilir? Tabii ki Uğur Dikmen’in sakalına… Çünkü kaset kabındaki en beyaz yer orası… Keh keh. 😀 Çok güzel ve heyecanlı bir gün yaşamıştım. Ama maalesef bu olaydan yaklaşık 2 yıl sonra Cem Karaca, 7 yıl sonra ise eleştirdiği Michael Jackson; Barış Manço’nun yanına göç etmişlerdi. 🙁
Gördüğünüz gibi günlüğümde hem Barış Manço’yu, hem Cem Karaca’yı andım. Çünkü onlar unutulacak adam değiller. Hatta Kerim Tekin ve Michael Jackson’ın da adı geçti çeşitli bahanelerle… Onlar ve kaybettiğimiz diğer sanatçılar nur içinde yatsınlar. Üzerlerine yıldızlar yağsın. Neyse, 2002 parantezini de kapayayım. Hatta Barış Manço dinleyerek yazdığım günlüğümü de toparlayayım, yine destana dönecek, epey uzun oldu galiba. 😉 Yıllar evvel Bambi Cafe’de zehirlendiğimden beri eskiden müptelası olduğum cafeye yıllardır gitmiyordum. Bugün o yasağımı delip Ece ve Emrah’la Kadıköy’deki Bambi şubesinde Ayvalık Tostu ve çok özlediğim atom içeceğini içtim. “Nasıl olsa ben Taksim’deki şubeden zehirlenmiştim. Burada zehirlenmem herhalde” diye kendimi teselli ettim. Bu arada bugün aldığım Barış Manço plağını üst üste dinler oldum. Süper ya! Plak formatında dinlemek ayrı bir keyif… İyi ki paraya kıyıp almışım.
©2014 TST Interactive Company / Turgay Suat Tarcan