25 MAYIS 2011 ÇARŞAMBA: Bugün uzun zamandan beri ilk kez yabancı bir konsere gidecektim. En son ne zaman yabancı bir konsere gittim, onu bile hatırlamıyorum. 2009 muydu, 2010 muydu, ondan bile emin değilim. Fakat 2011 sezonunda en az bir mega grubun konserine gitmeliydim. Bu sene çok iyi gruplar Türkiye’ye geliyor. Bir çoğuna gidemeyeceğim. Ama mutlaka Roxette konserine gitmeliydim. Biletler tükenmesin diye kaç hafta evvelden biletimi almıştım. İş yerindeki shift’im uymaz falan diye korktum. İşi şansa bırakmamak için dilekçe bile yazmıştım geçen hafta… Çünkü Roxette çocukluğumun mega gruplarından birisiydi… “Listen To Your Heart” gibi Roxette’in konser mekanında geçen kliplerini izlerken kendimi o seyircilerin arasındaymış gibi hayal ederdim küçükken… Şimdi yıllar sonra, 30 yaşında o kuantumun meyvesini alacaktım… İsveçli Marie Fredriksson ve Per Gessle’yi dünya gözüyle Küçükçiftlik Park’ta izleyecektim. Unilife’a 80’li yılların unutulmazlarından birini Türkiye’ye getirdiği için teşekkür etmek lazım. Çünkü Samantha Fox, Alphaville, Kylie Minogue gibi gittiğim konserlerden sonra yazdığım kritiklerde de söylediğim üzere ben 80’li yıllar çocuğuyum ve 2000’li yıllarda çıkan ve ortalığı kasıp kavuran şarkıcı ve gruplar ne kadar popüler olurlarsa olsunlar beni 80’li ve 90’lı yıllardaki megastarlar kadar heyecanlandırmıyor. MP3 Player’ımda bile 80’li yıllara ayırdığım ayrı ayrı bir klasörüm var. Roxette’inkilerin de aralarında bulunduğu efsanevi şarkıları arka arkaya dinlemek çok hoşuma gidiyor. VH1’daki 80’s programı kadar pür dikkat izlediğim bir müzik programı pek yoktur. Michael Jackson ve Madonna hayranlığım da bu zevkimden geliyor biraz da… Çünkü Popun Kralı ve Kraliçesi 80’li yıllarda altın çağlarını yaşamışlardı ve hala kimse yerlerine oturabilmiş değil… Ne Justin Timberlake, ne de Lady Gaga…
Her neyse, nostalji ile bitecek güne tesadüfen nostalji ile başlamıştım. Yeni yaptırdığım 3 tane aile kamera kasetinin DVD’sini izlemiştim. Bu DVD’lerde 1993, 1997, 1998 ve 1999 yılından özel görüntülerimiz bulunuyordu. Hatta aralara 1966, 1978, 1979, 1980, 1983 yıllarından görüntüler de serpiştirmişim. İlk kamera görüntümü 2 yaşımdayken çekmişler. O da var aralarında… Kıbrıs’tan Balıkesir’e, Saros’dan nerelere gitmişiz… Barış Manço’nun Moda’daki evine gitmişiz ve anı defterine yazarak onu anmışız. Hidiv Kasrı’nı uzun uzun çekmişiz. Yılbaşı, doğum günü, anneler günü gibi önemli günlerde çekmişiz. Ölen akrabalarımız hala yaşıyorlar. Fıstık daha yavru sayılır falan… Daha önce de bir sürü kaseti DVD’ye çevirmiştim. Sanıyorum küçük VHS kamera kasetlerimizden VCD veya DVD’ye çevrilmemiş sadece 4 tane kaset kaldı. Onları da bitirdiğimde büyük kasetlerde DVD’ye çevrilmemiş neler var, kontrol edeceğim. Tabii ki Roxette de hayatımızın fon şarkılarından biri olmuştu. Sezen Cumhur Önal, “Müzik Yelpazesi”nde kaç kez yayınlamıştır, kim bilir? Betamax kasetlerine “Müzik Yelpazesi” gibi eski programları kaydetmiştik 80’li yıllarda… Bazen “Onları da VCD’ye falan aktarttırsam mı Michael Jackson ve Barış Manço video kasetlerime yaptığım gibi?” diye düşünüyorum, sonra “Amaaan, artık her şey internette var” diye vazgeçiyorum. Kendi özel görüntülerimiz daha önemli o yüzden…
Neyse, tabii gündüz video izlemeydi, internetti derken su gibi akıp geçti. Akşam üstü kendimi dışarıya attım. Epey Taksim’de falan gezdim. Yıllardır düşünürdüm. “Her yerde büyük alışveriş merkezi var, koskoca Taksim’de niye yok?” diye… İstanbul’un merkezinde kapalı bir alışveriş + fast food + sinema merkezi neden yok, anlayamazdım. Aynı şeyi başkaları da düşünmüş olacak ki, Demirören diye bir yer yapmışlar. İlk kez gördüm ve girdim içeri… Yeni zaten herhalde… Çünkü üst katı hala tadilattaydı ve Taksim’e o kadar gelmeme rağmen görmemiştim. Etrafı sarılı bir bina vardı inşaat halinde… Herhalde orasıdır. İçeri gezdim tabii ki… Kaç katlı bir elektronik mağazası var. Tamam, D&R, Seyhan Müzik, Remzi ve Megavizyon mağazaları da işimize yarıyor ama gençliğimden beri dergilerde, televizyonda gördüğüm Virgin Music Store’un Türkiye’de neden olmadığına anlam veremezdim. Eksikliğini hissettiğim Virgin’i eksikliğini hissettiğim bir Taksim alışveriş merkezinin içinde görmüştüm. Hatta Roxette’in plakları bile vardı. Epey büyük bir yer… Mariah Carey’nin yeni noel albümünü hiçbir yerde bulamamıştım. Mephisto’da bile yoktu. Ama Virgin getirtmiş. Tam alacaktım. “Şimdi konserde taşımayayım elimde, sonra alırım” diye erteledim. Arby’s’de bir şeyler yedim ve sonra metroya bindim.
Biletix’in sitesinde konser mekanı “Küçükçiftlik Park” için “Metroya binildiğinde Osmanbey durağına yürüme mesafesinde” diye yazıyordu. Ben de ilk kez gideceğim bu mekan için Biletix sitesine uydum. “Sora sora Küçükçiftlik Park bulunurmuş” atasözüne kulak verip (Pardon, o Bağdat’tı 😛 ) insanlara sorayım dedim. İlk sorduğum insanlar bilmiyordu. Tam ümidi kesmişken bir dükkancı bana tarif etti. Ben de yürüme mesafeme başladım. Ama ne yürüme mesafesiydi!… Git git, bitmiyordu. Yürü yürü, bitmiyordu. Taksi tutsam daha iyiydi ama bunu fark ettiğimde artık çok geçti. Fazla bir mesafe kalmamıştı. Yüzlerce köpek vardı Maçka’ya giden yolda… Bu kadar köpek nasıl türedi, şaşırdım kaldım. Fobim olmama rağmen aralarından geçtim. Çünkü yolun sonunda Roxette vardı. Ayrıca kaybolmak istemiyordum.
Sonunda konser mekanını bulmuştum. İspanyol seyircilerin arkasına geçtim. Iberia’ya tahsisli bir check-in agent olduğum için İspanyolca’ya kulak aşinalığım vardı. İspanyolca bilmesem de bir iki kelimesini anladım. Lady Gaga’dan falan bahsettiler kendi aralarında… Tabii ki tek yabancı seyirci profili onlar değildi. İçeride Roxette hayranı bir çok yabancı seyirci vardı. Hatta konser başladığında bayraklarını sallayacaklardı ve bu görüntü bana Eurovision yarışmasını anımsatacaktı.
Kapılar 19:15’de açıldı. 80 TL’lik kategorinin önlerinde yerimi kapmıştım. 3. veya 4. sırada falandım. Bir seyyar satıcıdan 1 TL’ye aldığım oturma minderini yere koydum ve oturdum. Bu oturma minderini eve de götürecektim ilerleyen konserlerde yıkayıp kullanmak için… Çünkü gerçekten konseri ayakta beklemek artık yoruyor beni… İyi oldu aldığım… Bazı seyirciler nereden aldığımı soruyorlardı. DJ her kimse 90’lı yıllardan başlayarak 80’li yıllara uzandı ve nostaljik bir parti yaptı. Red Hot Chili Peppers, Prince, Aerosmith, Queen gibi gruplardan ve şarkıcılardan çalıyordu. Aralara Katy Perry gibi 2000’li yıllardan ve 70’li yıllardan müzikler de kattı. Joe Cocker’dan “Unchain My Heart” çalarken arkamdaki birinin eşlik ettiği sesi konsere geleceğini bildiğim Engin’in sesine benzettim. Fakat arkamı döndüğümde onunla karşılaşmadım. Kafamı tekrar önüme eğecektim ve Atatürk saatimle oynamaya devam edecektim ki, sol tarafta Engin ve Hakan’ı konuşurken gördüm. Hemen yanlarına gittim. Onların da sırası hemen hemen benim kaptığım yer gibiydi nasıl olsa… Hatta konserin ilerleyen dakikalarında 3., 4. sıralardan 2., 1. sıraya geçiş yapacaktık. Tabii ki kendi kategorimiz arasında… Sahne önü falan çok pahalıydı. Hem onlar da ayakta izlediler. Neyse, James Brown çalarken Engin “Şimdi Michael Jackson’dan Billie Jean çıkacak” dedi. Sonra hakikaten Michael Jackson çıktı. Ama şarkı tahmininde yanılmıştı. Çünkü çalan şarkı “Smooth Criminal”dı. Ben de aslında içimden hissetmiştim MJ çıkacağını. Çünkü James Brown, Michael’ın idolüydü. İkisi de benzer dans figürleri kullanıyordu. Tesadüfe bakın ki, aynı tabutta gömüldüler ve ikisinin de ölümüne sebebiyet veren doktor aynı kişiydi: Conrad Murray… Engin, James Brown ölmeden 6 ay evvel İstanbul’da verdiği konserden bahsediyordu. Ben o konsere gitmek istemiştim ama askerde olduğum için gidememiştim. Fakat James Brown’ın ölümüyle ilgili benim de anlatacak anım vardı. Onun öldüğü gün D Spor’da işe başlamıştım. 2006 yılıydı ve stajlarım haricinde ilk profesyonel kariyer başlangıcımdı. O gün bir parti olmuştu ve James Brown’dan “I Feel Good”u da çalmışlardı.
Yine konser önünü yazmayı uzun tutmuşum. Ama napim? Bu sadece web sitem www.tst.gen.tr ve Milliyet’teki blogum için yazdığım konser kritiği değil… Aynı zamanda print yapıp başka yazılarımla ciltleyeceğim günlük yazım… Belki önceden de bahsetmişimdir. 1991 yılından beri günlük tutuyorum. 1996 yılından beri hemen hemen günü gününe yazıyorum ve konser, festival, parti, gala, müzikal gibi, ya da özel hayatımla ilgili önemli bir gün olduğunda ajandadaki sayfa yetmiyor. Eskiden ek günlüğüme yazardım ama şimdi bilgisayarda yazıyorum çoğunu. Böylece internette paylaşma şansına da erişiyorum. Tabii ki hala ailevi ve kişisel önemli günleri o ek ajandama yazmaya devam ediyorum. Ayrıca hala günlük sayfalarında sararmakta olan kendi el yazımla yazdığım ve internette paylaşmadığım konser kritikleri mevcut… Bunlardan Mirkelam & Kargo kritiğimde bahsetmiştim. Dolayısıyla bu yazılarıma sadece bir konser kritiği olarak değil, kişisel bir günlük yazısı olarak da bakabilirsiniz. Yani konser falan olmasa da günlük yazacaktım ama kütüphanemdeki ajandamda el yazısı olarak kalacaktı ve önemsiz bir gün olacaktı. Kısa olacaktı ayrıca…
Roxette konserine bilet aldığımda “Kesin bir ön grup çıkar. İnşallah ön grup konserine gitmediğim bir grup ya da şarkıcı çıkar. Mesela Aydilge Sarp olsun” diye düşünmüştüm. Başka bir şey isteseymişim olacakmış. Allah gönlüme göre verdi. Hakikaten de ön grup Aydilge olarak açıklandı birkaç gün sonra… Hissettim mi, nedir? Yoksa hiçbir duyum almamıştım. Aydilge 2006 yılında ben askerliğimi yaparken piyasaya çıkmıştı. Resepsiyonda sürekli Kral TV açık dururdu genelde… Artık aynı kliplerden sıkılmıştım. Ama ne zaman Aydilge’nin “Yalnız Değilsin”i çıksa hiç sıkılmazdım ve pür dikkat izlerdim. Çarşı iznine çıktığımda da CD’sini almıştım galiba. Erdek’te küçük bir CD’ci vardı. Hatta oradan Nil Karaibrahimgil’i falan da almıştım. O yüzden başta “Yalnız Değilsin” olmak üzere “Küçük Şarkı Evreni”ndeki şarkılar benim için askerlik hatırasıdır. Bizim komutanın soyadı Tuğyan’dı ve o albümde de “Tuğyan” diye bir şarkısı vardı Aydilge’nin… Bende “Sobe” albümü de var ve severek dinlerim. En çok “Yalnız Değilsin”i canlı duymak istiyordum. Sırf bu yüzden Twitter’dan Aydilge’ye mesaj atıp istek şarkısı yapmıştım. Tabii ki söyledi. Ama belki de zaten söyleyecekti. Bunu bilemem. Ben yine de işimi garantiye almak istedim. “Yollara Düşsem” şarkısını şehir dışından Roxette konserine gelen fanlara uyarladı. “Roxette’e gelsem” bile dedi şarkıda… Yabancı seyirciler için Rihanna’dan “Umbrella”yı ve 4 Non Blondes’dan “What’s Up”ı coverladı. Biliyorsunuz ki Ağustos’ta Türkiye’de internete sansür gelecek. Zaten sansür uygulanıyordu binlerce sitede ama artık daha beter olacak. Üçüncü, dördüncü dünya ülkelerine döneceğiz. Aydilge de sanatçı duyarlığı göstererek “Postmodern Sansür” adında bir şarkı yapmış ve şarkıyı sansüre karşı gençler ve kendini genç hissedenler olarak bağrımıza bastık. Süperdi… Şarkının sözlerinin bir kısmını buldum internette…
“Internet de neymiş
Filtre bize gidermiş
Onlar iyi bilirmiş
Susmamız lazım
En güzeli yasakmış
Yoksa gençler azarmış
Bunlar bile çok azmış
Dahası lazım
Postmodern sansür
İnternet özgür
Ne gerek var ki buna
Sansürü sürdür”
Bir taşla iki kuş (Roxette’in 2 kişi olduğunu hesaba katarsak 3) vurmuştum. Aydilge konserini de izliyordum. “Kalbim hep seninle”, “Geri Dönmem”, “Ah Bir Sevse” gibi bir çok sevilen şarkısını seslendirdi. Arada “Bence sevişmemiz lazım. Eğer sevişirsek rahatlarız” gibi bir mesaj verdi. Bu mesaj bana Kral TV Müzik Ödülleri’nde annesi Aysel Gürel’in kılığında ödül almak üzere sahneye gelen Müjde Ar’ın “Dün gece Aysel’i rüyamda gördüm. Bana ne söyleyeceğini fısıldadı. Tüm sanatçılar cennette. Politikacılarsa orada değil. Onlar sürekli kavga ettikleri için kapıdan kovuluyor! Kavga etmeyin, sevişin sevişin!” demesini hatırlattı. Aydilge’nin Müjde Ar’a özendiğine karar verdik biz de… Bu arada Aydilge de Roxette fanmış. Bunu öğrendik.
Aydilge ve grubu artık seyircilerin arasına geçmişti. Saat 22:00 olduğunda merakla beklediğimiz an gelip çatmıştı. Konserden önce çaldıkları şarkılardan birisinin introsu konser açılış efekti gibiydi. Biz de geliyorlar sandık. Hatta cep telefonumla kameraya aldım. CD’den olduğunu anlayınca kendi halimize güldük. Birkaç şarkı sonra gerçekten geldiler ama öyle bir intro yoktu. Ağaçlara çıkan bedavacıları ve balkonlarından izleyen karşı apartman sakinlerini (ne güzel, kendi evlerinde canlı izleme şansları var, bilet almalarına gerek yok, tüm konserleri görüyorlar) seyirci profili biletlerin pahalılığına rağmen çeşitliydi. Birkaç tane kıro adam gördüm diyebilirim. Hayır, apaçi tarzında bile değil. Katıksız, yontulmamış… Bir ara konser sırasında arkada bir kavga bile çıktı. Herkesin kafasının arkaya döndüğünü hissettim. Roxette’e bakmaktan ne vazgeçirmiş olabilirdi ki? Tabii ki birkaç erkek arasında yumruk yumruğa bir kavga… Hemen Hakan ve Engin’e de haber verdim. “Ya yankesicilik olayı, ya da taciz olayıdır” dedim. Taciz olayını daha mantıklı buldular. Tekrar konsere dönelim. Marie, yüzündeki kırışıklıklar dışında hala 80’li yıllardaki imajıyla örtüşüyordu. Hatta 80’li yılların modası olan derileri üzerine geçirmişti. Per ise bildiğiniz gibi 80’li yıllarda esmerdi. Şimdi ise saçlarını açık kumral gibi bir şeye boyuyor ve fön mü çektiriyor, nedir? “Hiç değişmedi” deseler de bence çok değişti. Fakat değişmeyen bir şey var, o da İsveçli grupların uluslar arası arenada büyük başarılara ulaştığı gerçeği… ABBA ile başlayan akım Roxette, Europe ve Ace Of Base gibi gruplarla devam etmişti ve hala da devam ediyor.
Engin dersine çalışmıştı. İnternetten Charm School turnesinin play-list’ini yalayıp yutmuş, videolarını da izlemiş. Bize hangi şarkının ne zaman çıkacağını söylüyordu. “İki kez bis yapacaklar. Birinci bisde She’s Got The Look’u, ikinci bisde ise Listen To Your Heart’ı söyleyecekler” kehaneti gerçek çıktı. Bu iki şarkının dışında belki de en sevdiğim Roxette şarkısı olan Joyride’ı da bislerin birinde söylerler diye tahmin ettim. Ama normal konser sürecinin sonlarına doğru performe ettiler. Tabii ki o zamana kadar “Dressed For Success”, “Sleeping In My Car”, “Big L”, “Wish I Could Fly”, “Perfect Day”, “Things Will Never Be The Same”, “It must have been love”, “Only When I Dream”, “She’s Got Nothing On”, “Watercolors in the Rain”, “Church of Your Heart”, “Dangerous”, “Spending My Time”, “Fading Like a Flower” gibi hitlerini çaldılar. Hatta bir ara Joyride’dan önce geri plandaki grup elemanlarını tanıtırlarken gitaristleri Christoffer Lundquist Türk fanlara bir sürpriz yaparak Tarkan’dan “Şımarık”ı çaldı. Kahkahalar, alkışlar, tezahüratlar birbirine karıştı. Koskoca Roxette gelmiş, Tarkan’ın müziğini çalıyor. Tarkan gerçekten de megastarımız galiba… Ama bir de “İyi akşamlar İstanbul” demelerini bekledim konserin başında… Adettendir, ünlüler Türkiye’de konser verdiklerinde ya bu lafı ya da “Merhaba İstanbul”u bozuk şiveleriyle “Maraba”, “Meyaba”, “Eyi ekşamlar” gibi söylerler ve çok sempatik olur. Ama “Hello İstanbul” dediler. “Ben de Türkçe olarak söyleyecekler sandım bir an” dediğim de Engin de aynı düşüncede olduğunu söyledi. İlk kez Türkiye’ye geldikleri için eski şarkılarına ağırlık veren grubu izlemeye Betül Demir, Nev gibi ünlüler de gelmiş ama ben sadece bir önceki paragrafların birinde de söylediğim gibi zaten sahneye ön grup olarak çıkan Aydilge’yi gördüm seyircilerin arasında… Sahnedeki en renkli kişi belki de geri vokalistleri Selena’ydı. Adını yanlış hatırlıyor olabilirim ama siyahi vokalist, bonus saçlarını sallaya sallaya dans ediyordu ve en hareketlisi de oydu. Klavyeciyi de bizim Davut’a benzettim. 😛 Konserin ilk bölümünde geri planda morumsu bir perde vardı. Konserin ortalarında o perde açıldı ve Roxette ikilisinin 80’li yıllardaki hallerinin dev afişi ortaya çıktı. Tabii ki de o perdeyle beraber çığlıklar da tekrar yükselmişti. Yeni bir şarkılarının temposunu The Jacksons klasiği “Can You Feel It?”in ritmine benzettim. Benzer bir introyu Madonna da “Like a Virgin” ve “Sorry” şarkılarında kullanmıştı. Demek ki Michael Jackson’ın temposu hala bir çok gruba ve şarkıcıya ilham vermeye devam ediyor. Billie Jean’in bas ritmleri de defalarca taklit edildi hatırlayacak olursanız… Bu arada Engin’in getirdiği makinesinin şarjı daha konser başlamadan bitmişti. Biz de cep telefonumla idare etmiştik. Dijital fotoğraf makinemi elimde olmayan nedenlerle getirememiştim. Çünkü bugün İstanbul’a geri dönen annemle babam şehir dışına giderken yanlarında götürmüşlerdi. Birkaç şarkıyı kameraya çektim. Fotoğraflar da çektirdik. Keşke şarj etseymişim. “Listen To Your Heart”ı çekerken “Batarya zayıf” uyarısıyla kayıt durdu çünkü… Ama olsun, kendi çektiklerim ve internetten bulduğum fotoğraf ve kayıtlarla bugünü belgeleyen dosya arşivim 844 MB oldu. DVD’ye kaydettiğimde kalıcı bir hatıra olacaklar inşallah… Bu arada ikinci bise “Listen to your heart! Listen to your heart!…..” diye topluca yaptığımız tezahürat görülmeye değerdi. Şarkı bizim havalimanı’ndaki BTA’da her gün çalıyor. Yemek yediğimiz o yerde her gün çalan bir çok şarkıdan bıkmıştım ama bu şarkıdan bıkmamışım demek ki…
İki kez bise çıkacaklarını bilen bilinçli seyirciler olarak gerçekten Roxette sahneyi terk ettiğinde konser alanını boşalttık. Ayaklarımız ağrımıştı ama kesinlikle verdiğimiz paraya ve yorgunluğumuza değmişti. Zor zar bulduğum, yolları köpekli konser mekanından nasıl döneceğimi bilemiyordum. Engin ve Hakan, Beşiktaş’a doğru yürüyeceklerdi ve oradan evlerine gidecek vasıta bulacaklardı. Ben de onları takip edeyim dedim. Hakan “Buradan Taksim’e taksi fazla yazmaz. Yoruldun zaten. Taksiyle binip, oradan dolmuşa binmen daha mantıklı” dedi. Ben de taksi çevirmeye çalıştım ama beni almadı taksi. İyi ki almamış, meğersem çok yakında Taksim’e giden dolmuşlar varmış. Oradan da Bakırköy dolmuşuna binip eve döndüm.