Ben gerçekten Şebnem Ferah ile Bostancı 2006 konseri sonrası tanıştım mı?
11 ŞUBAT 2006 CUMARTESİ: Bugün benim için çok önemli bir gündü. Çünkü bugün büyük bir ihtimalle 10 yıllık hayalim gerçekleşecekti. 10 yıllık hayalim ne mi olabilir? 10 yıl evvel kimi dinlemeye başladım ve o günden beri kimin hayranıyım? İpucu vereyim. Türkçe rock müziğin kraliçesi. Harika bir sesi var. Öyle ki divalar liginde… Ayrıca gelmiş geçmiş en iyi şarkı sözü yazarlarından ve kendi bestelerini okuyor. Evet, doğru bildiniz… 10 yıllık hayalim Şebnem Ferah ile tanışmaktı. “Kadın” albümünün yarısını kaydettiği stüdyoya girmiştim. Birçok konserine gitmiştim. Hatta elini bile tutmuştum. Fakat hiç kulise girip onunla tanışamamıştım. Yolda tesadüfen karşılaşma şansına bile erişememiştim. Birçok ünlü ile fotoğraflar çektirdim ve onlardan imza aldım zamanında, fakat belki de Türkiye’deki en sevdiğim ve en çok dinlediğim sanatçı olan Şebnem Ferah ile bunları yapmak nasip olmamıştı. Kimsenin konserlerini bu kadar yoğun takip etmiyordum. Hiçbir şarkıcıyı canlı gözlerle bu kadar görmemiştim. Fakat hiçbir zaman şeytanın bacağını kırıp da Şebo ile tanışma şerefine erişememiştim.
İşte bu akşam Şebo’nun Bostancı Gösteri Merkezi’nde konseri vardı. Ne yapıp ne edip bu konsere gidecektim. Bu konseri iple çekiyordum. Aslında iple çekmemin nedeni kulise girme şansına erişecek olmam değildi, çünkü 2 gün öncesine kadar bunu bilmiyordum. İple çekmemin nedeni hem zaten Şebnem Ferah konserlerini takip etmeyi sevmem, hem “Can Kırıkları” döneminde İstanbul’da tek tük konser olduğu için yakın dönemde sadece Rock’n Coke’ta Şebo’yu görebilmem, hem de Nisan’da askere gideceğim için askere gitmeden evvel belki de askerden önce son bir kez Şebo’yu görebilmek… Meğer bu konseri iple çekmemin nedeni sadece yakın dönem nedenlerim olmayacakmış. Meğer uzun vadede iple çektiğim, yıllardır rüyalarımda gördüğüm o an da bu konserle birlikte gelecekmiş, haberim yok. Meğerse bu konseri 10 yıldır iple çekiyormuşum, 1999 yılından beri birçok Şebnem Ferah konserine gitmeme rağmen… İşte iki gün evvel bunu öğrendim ve aksilik çıkmaması için elimden geleni yaptım.
Sabah erkenden kalkıp buluşma saatini kaçırmamak için Taksim’e gittim. Demir’lerle saat 12:30’da AKM önünde buluşacaktık, fakat ben çoktaaan Taksim’e gelmiştim bile. O yüzden ilk önce Beyoğlu’nda gezdim. Sevdiceğim, yavrucağım… Amaaan, klasik bir espri yaptım şimdi. Neyse, daha sonra AKM önüne gittim. Orada bir köpek havladı bana. Ben de köpeğin yakınında beklemektense kenarda beklemeyi tercih ettim. Sonra Şebnem Ferah Fan’ler beni gördüler. Ben onları görmemiştim. Yanıma geldiler. Ceyhun, Cengiz, Mehmet filan bir sürü kişi orda buluşuyordu. Sonra Şebnem Ferah Club’çılar Demir, Hamza, Hülya, Tolga filan da geldiler. Epey kalabalık bir grup olduk. Soğukta ayak üstü sohbetler ettik bir yandan donarak, bir yandan gelecekleri bekleyerek. Biletix’in su basmış olması biletleri olmayanlar için günün sürpriziydi. Neyse, sonra Demir’lerle yemek yemeye gittik. Güzel muhabbetler geçti aramızda. Cengiz daha sonra aramızdan ayrıldı. Biz de otobüse atlayıp Bostancı’ya doğru yola çıktık. Çok trafik vardı. Adana’dan gelen Tolga çok yadırgadı. “Bu ne ya? Ben Hatay’dan Adana’ya gelmiştim bu kadar saatte” gibi şeyler demeye başladı. E, haklıydı tabii. Fakat boğaz manzarasına ve kız kulesine filan; kısacası İstanbul’un manzaralarına camdan bakmayı da ihmal etmedi. Küçük köprüden geçerken “Şu anda Asya yakasına mı geçiyoruz?” demesi bir İstanbullu olarak bana önce komik geldi, fakat aynı durumda ben olsaydım; yani “Adana’da olsaydım ben neler derdim kim bilir?” diye düşününce çaktırmadım olayı. “Daha değil” demekle yetindim. Otobüste Hamza’yla parmak güreşi mi oynamadım? Midemiz mi bulanmadı? Hülya, Tolga’nın bir saç tutamını mı örmedi? Cep telefonumdaki “Vazgeçtim Dünyadan” şarkısını açıp cebim mikrofonmuş gibi playback mi yapmadım? Hamza oradan oraya mı gitmedi? Ohoo, otobüs anlarımıza bile bir günlük yazısı yazılabilir aslında… Neyse, tabii ki Bostancı’ya vardığımızda olumsuz trafik şartlarından dolayı planladığımız gibi 14:00’da değil, 15’lerde ordaydık. Tabii ki bendeki iki bileti kendisi ve kuzenim için alacak teyzem de 1 saat 45 dakika beklemiş vaziyetteydi. Neyse ki ben geç kalacağımızı bildirmiştim de ben gelene kadar ağaç olmak yerine dolaşmış. Onların biletlerini verdim. Sonra Demir’lerin yanına gittim. Sanıyordum ki bize ayrıcalık gösterip erken içeri alacaklar. Meğer yanılmışım, sadece Buket Doran ve Şebnem Ferah’a vereceğimiz hediyeleri kulise alacaklarmış. Biz gittiğimizde sırada tek tük kişi vardı. Sonra bir baktık, önümüzdekiler çoğalmış nasıl olduysa… Sonra diğer tanıdıklarımız da geldiler. ŞebnemFerahClub, ŞebnemFerahFan, ŞebnemFan, Şeboizm, Şebokolik, ŞebnemFerahNet; bütün fan siteleri oradaydı. Site ayrımı yapmadan hatırladığım veya araştırdığım kadarıyla hangi arkadaşların orada olduğuna dair örnekler göstermek istiyorum: Uğur (onaasigim), Hülya (scheboFAN72), Demir (Liquid Snake), Tolga (oyunun_sonu), Hamza (Solid Snake), İbrahim (TeKiL_ŞaHıS), Hazar (accursed_sinful), blacklight, blaze_20, masum deli, NightWish, lars34, Ceydu-s, megakenan, VoLVoX, volkitolki, Ceyda Çakır, ceycaz, ahcako, Eda (son), Anıl (SiLenTboY), mülteci*dlk*, özlemmor, xenjies, Mehmet (Sebnem_Asigi), Volkan (sebovolki), Doğu (DoUKaLioN), Sebo_Goktas, bigcem_91, Yalçın Doğan (yalcinim), adonay, donjuan, melicoo, toprak, Cengiz (prowler), yellowcandy, harunozbay, irena, …GmzErd…, menis ve tabii ki bendeniz Turgay (TST). Site ismi ayrımı olmadan herkes birbirine karışmıştı. Herkes birbiriyle konuşuyordu. Fakat İngilizce sorumlusu olduğum www.sebnemferahclub.com ‘un bir farkı vardı. Elimizde Buket Doran’a sürpriz yapmak amacıyla hazırladığımız hediyeler, pastalar, mumlar filan vardı. Bir de yiyecek, içecek de almıştık. Piknik ortamı yaratmıştık. Hülya’lar çiçek yaptırmaya gitmişlerdi bir ara. Aramızda para toplamıştık yiyecekler ve çiçek için… Bir ara Mert ve konsere gelmek için izin alamayan, o yüzden gelemeyecek olan Sevcan da geldiler beni görmeye. Mert, Sevcan’ı bırakıp teyzemi alıp 18’lerde gelmek üzere gitti. Çünkü bilete göre kapılar 19’da açılacaktı. Saatlerce sıradaydık. Hava da çok soğuktu. Isınmak için türlü maymunluklar yaptık. “Hologram hologram holo hologram” diye halay mı çekmedik? Horon mu tepmedik? Eldiven mi giymedik? İşte bu durumda ŞebnemFan mezar_bekcisi Burak’ın ince, her yeri yırtık kot pantolonuyla ve ince bir sweat-shirt gibi bir şeyle, montsuz filan bizden iyi nasıl ayakta durabildiğine şaşırdık. Sonra bizden sürekli votkasının üzerine kola dökmemizi rica edince ve “Club’çılar, sizleri seviyorum!” gibi ansızın yaptığı davranışlarından dolayı nasıl ısındığını anlayabildik. Fırlama bir tipti. Biz de sevdik. Aramızda zaten onu tanıyanlar vardı. Tıpkı otobüs anılarımızda olduğu gibi kapı önü bekleme anılarımız da ayrı bir günlük konusu kısacası… Tuvaleti herkes bana soruyordu nedense. Halbuki ilk giden ben değildim ama benim gitmem daha çok göze çarptı demek ki… Neyse, saat 18:00 olmuştu. Herkes dağılmıştı “Nasıl olsa kapılar 19’da açılıyor” düşüncesiyle… Bir baktık, görevliler kapıları açıyorlar. Büyük bir panik yaşadık. Millet içeri giriyordu, dağılanlar koşa koşa geri dönüyordu, biz ise hediyelerle ve çantalarla eksik olanları beklemek zorundaydık. Sıramızı bu uğurda başkalarına vermek zorunda kaldık. Ne yapacağımızı şaşırmıştık. Neyse ki Demir’ler geri dönmüştü. Hemen hediyelerle içeri girmiştik. Hediyeleri henüz almaya gelmemişlerdi. Bir yandan sahne önünün dolduğuna şahit oluyor, bir yandan da yükümüzün kulise sokulmasını bekliyorduk. İçeri fotoğraf makinesi ve kamera sokmak yasaktı. Biz de kapılar açılmadan hediyelerle birlikte getirdiğimiz aletlerin de kulise sokulup orada bekleyeceğini düşündüğümüz için kapı açılana kadar rahattık. Benim dijital fotoğraf makinem Tolga’nın çantasındaydı. Şans eseri arama yapılmasına rağmen görevliler bunu fark etmediler. İyi ki Tolga’nın çantasına koymuşum. Benim montumun cebinden kesin bulunurdu. Görevlilere çaktırmadan makinemi Tolga’nın çantasından gizli gizli alıp tekrar montumun cebine koydum. Teyzem ve Mert kapılar 19’da açılacağı için ama 18’de açılınca bizim yanımıza gelemedikleri için sıraya girmiş olmalılar. Fakat kısa bir süre sonra onlar aradı “Biz arkada oturduk” diye… Bilette konser için “ayakta” diye yazıyordu. Ben de tüm koltukları tamamen çıkartacaklar sanmıştım, meğer sadece sahne yakınındakileri çıkarmışlar. Arkalardaki koktuklar yine vardı. Gerçi konser başlayınca sandalyelerde oturanlar da ayağa kalkmışlar. Ben Mert’lere konser sonrası kulise gireceğimi, o yüzden bekleteceğimi, gerekirse sonradan evlerine gideceğimi yazdım SMS ile… 18:44’te “Biz araba ile geldik. Kulisten çıkınca ara. Araba buranın otoparkında.” diye cevap geldi. Neyse, ben arkadaşlarla sahne önündeydim. Belki en önde değildim ama önlerdeydim. Herkes birbirini kaybetti. Herkes farklı yerde izlemek zorunda kaldı ama önemli değildi. Sonuçta sahne önündeki herkes Şebnem Ferah fanatiğiydi ve hemen hemen hepimiz de internette aktiftik. Çok sıkışık tepişik olduk. Ben montumu belime, kazağımı omzuma bağlamak suretiyle tek t-shirt ile kaldım, çünkü herkes birbirine yapışık olduğu için kapı önünde üşümenin karşılığını terlemek ile almıştım. Hiç ortası yok yani. Ya öyle, ya böyle. Ama konserin cilveleri bunlar. Konserlerin tadı bu tür şeylerle çıkıyor. Tolga “Hamile kaldım. Kimden olduğunu bilmiyorum. Sancım başladı.” diye espri yaptı. Ben de bu espriye bebeği doğurarak cevap verdim “Nur topu gibi bir kızınız oldu. Tebrikler!” diyerek… Hayali bebeğin adını “Şebnem” koyduk güya Şebnem Ferah konserinde doğdu diye. Ben “Göbek adı da Ferah olsun” dedim. Sürekli “Salon içinde sigara içmek yasaktır” diye anons yapılıyordu. Sigara tiryakileri de bu anonslara tezahürat ile cevap veriyorlardı. Mehmet (Solmaz) “Sen askere gitmeden evvel bu konserin gerçekleşmesi büyük şans. Şebnem Ferah bahar şenliklerine kadar İstanbul’da konser vermeyecekmiş” dedi. Haklıydı. Kıl payı bu konseri kaçırmamam gerçekten de büyük bir şans… Kim bilir bir daha ne zaman Şebo’nun konserine gidebileceğim? Ayrıca Bostancı Gösteri Merkezi 1999 yılında Şebo’yu ilk gördüğüm ve canlı dinlediğim yer olma özelliğine de sahip olduğu için benim için anlamı büyük bir gündü. Eğer Şebo konserlerine seneye de devam etmezse askere gideceğim için belki de bu bir dahaki albüme kadar gittiğim son Şebo konseriydi. İçimde ukde kalmadı.
Ve işte saat 20:00 olmuştu ve konser başlıyordu. Dev ekranda Şebnem Ferah, Buket Doran, Metin Türkcan, Aykan İlkan ve Ozan Tügen’in genelde stüdyoda çekilmiş belgesel gibi görüntüleri çığlıklar eşliğinde gösteriliyordu. Bu sene Şebo’nun tek başına verdiği bir konsere ilk kez gidebildim. İyi ki de gelmişim. Harika bir konserdi. İşte Şebo ve grubu sahnedeydiler. Konseri “Okyanus” ile açtılar. Şebnem günlerdir konser günü kar yağmasın diye dua ettiğini söyledi. Ne kadar kalbi temiz. Belki çok soğuktu, kar havasıydı ama kar yağmadı. Yani Şebo’nun duaları kabul olmuştu. Şebo “Can Kırıkları” albümüne ağırlık verdi, fakat playlist’te olmadığı halde “Yağmurlar” ve “Bu aşk fazla sana” seyirciler tarafından hep bir ağızdan söylenince çok güzel bir atmosfer oluştu, Şebo da duygulanıp bu şarkıları okudu. “Bu aşk fazla sana” biste söylenecekti tabii ki… Sahneye maske ile çıktı. Yani gözlerinde kırmızı maske vardı. Şapkası çok tatlıydı. Ayakkabılarında ve takılarında metal dikenler vardı. Maskesini konser ortalarında çıkardı, fakat küçücük şapkasını hiç çıkarmadı. Makyajı da albüm kapağındaki makyajının daha sade haliydi. Yani gözlerine kırmızı farlar sürmüştü. Bir ara “Şimdi uzun zamandır İstanbul konserlerimizde yapmadığımız bir şeyi yapacağız. Bu şarkı Babil için bestelenen bir şarkı. Rainbow’dan ‘Gates Of Bablyon’u çalacağız. Bazı konserlerimde cover yapmamın nedeni bizim nereden geldiğimizi sizlere göstermek istemem… Hangi müzisyenler bizi müziğe başlamaya teşvik etmiş, hangi gruplar ilham kaynağımız, idollerimiz, beste yaparken bize yol gösterici, burada olma nedenimiz olmuşlar, kimlerin müziğiyle büyümüşüz öğrenin istiyorum” diyerek harika bir cover yaptılar. Bu şarkıyı Ronnie James Dio’nun sesinden değil, Şebnem Ferah’ın sesinden dinliyorduk. Metin Türkcan’ın gitar sololarının Ritchie Blackmore’dan eksik kalır bir yanı yoktu. Bize harika anlar yaşattılar. Şebnem Ferah ve grubundan bir Rainbow cover’ı duymak bizim için bir ayrıcalıktı. Cep telefonum o sırada Tolga’daydı. Neyse ki en azından cover’ı kaydetmiş. “Deli Kızım Uyan” şarkısında Şebo’nun gözlerinden yaşlar aktığını hissettim. Ben de çok duygulandım. Neredeyse ağlayacaktım. “Deli Kızım Uyan” şarkısında öndeki hayranlarına “sus” işareti yaptığına göre ağlayanlar vardı demek ki. Çünkü bu sefer öyle bir düzenleme yapmışlar ki, insanı derinden sarsıyordu. Konser sırasında Uğur, birlikte yaptırdığımız çiçeği Şebo’ya uzattı. O da teşekkür ederek aldı. Kulise sadece 5 kişi girebileceğimiz için Uğur giremeyeceği için üzülüyordu, ama çiçeği uzatması onun için teselli olmuş. Şebo konser sırasında sürekli Buket’e takılıyordu, çünkü Buket saçlarını punkçı gibi kestirmişti. Hani Athena grubunun “One Last Breath” zamanlarındaki gibi havaya doğru… Şebo, Buket’e “Buket, saçlarını mı kestirdin? Sanki saçlarında bir değişiklik var”, “Buket, hakikaten sen kahkül filan mı kestirdin? Bir değişiklik var ama çözemiyorum”, “Buket, diğer grup üyelerine sana gösterdiğim ilgiyi göstermedim. Aramızda bir yakınlık var sanacaklar”, “Arkadaşlar, Buket’in doğum günü bugün değil aslında. Gerçi biz doğum günlerini 40 gün 40 gece kutlarız” gibi şeyler söyleyerek takılıyordu. Ara sıra birbirlerine bir şeyler fısıldayıp gülme krizlerine giriyorlardı. Ya ne kadar tatlılar, ikisi de… Her Şebnem Ferah konserinde olduğu gibi yine “Şebooo seni seviyoruuum!”, “Şeboooo sana aşığııım!”, “Benimle evlen Şeboooo!” gibi sesler yükseliyordu. Şebnem de “Arkadaşlar, ben sizin ablanız yaşındayım” demek zorunda kaldı. Tabii “Gerçi yaş farkının pek önemi yok, değil mi?” diyerek hem açık kapı bırakmış hissi yaratmayı, hem de gizliden gizliye dalga geçmeyi de ihmal etmedi. “Sana Bilmediğin Bir şey Söyleyemem” şarkısında konuk müzisyen olarak tıpkı albümdeki gibi mor ve ötesi’nden Kerem Özyeğen karşımızdaydı. Bu şarkı “Hoşça kal”dan sonra “Can Kırıkları” albümündeki en sevdiğim şarkı olduğu için ve Metin ile Kerem karşılıklı gitar soloları yaptıkları için bu performans çok hoşuma gitti. “Delgeç” şarkısında herkes öyle coştu ki bir yandan eğleniyorduk, bir yandan da pestilimiz çıkıyordu. Konserin sonlarına doğru Şebo grubunu tanıttı. Aykan davullarıyla, Ozan klavyesiyle, Buket basıyla, Metin gitarıyla, Ceren ise sesiyle harika sololar attılar. Şebo da dayanamadı ve “Benim de içimden solo yapmak geldi” diyerek doğaçlama vokal tekniğini mükemmel bir şekilde kullandı. Hepimiz kendimizden geçtik. “Arkadaşlar, sizlere şöyle bir bakıyorum da, ne kadar şanslı olduğumuzu düşünüyorum. Sahne arkasında seyircinin ne kadar muhteşem olduğu hep konuşuluyor. Ben de başkalarının konserlerine gidiyorum, fakat böyle bir kitle göremiyorum. Çok teşekkürler. O yüzden biz de şimdi sizi alkışlıyoruz” diye grup arkadaşlarıyla birlikte seyircileri alkışlayarak bizim önemimizi vurguladı, bizim de göğsümüz kabardı. “Artık Kısa Cümleler Kuruyorum” şarkısında “Bundan iki yıl önce” kısmında “Yıllar yıllar yıllar önce” demesi dikkatimden kaçmadı. Şebo’nun söylediği diğer şarkılar hatırladığım kadarıyla: Ben Bir Mülteciyim (Güç), Oyunun Sonu, Durma, İyi-Kötü (Dans Pisti), Fırtına, Can Kırıkları, Çakıl Taşları, Mayın Tarlası, Babam-Oğlum, Ben Şarkımı Söylerken, Bugün, Sigara, Yeniden Doğup Gelsem idi. Konserini bis yaparak “Hoşça kal” şarkısı ile bitirdi, tıpkı son albümünde yaptığı gibi… Şebo önceden bütün konserlerine “Korkarak Yaşıyorsan” ile başlardı. Artık o şarkıyı söylemiyor bile ama çok güzel bir giriş şarkısıydı. Tahminimce Şebo uzun bir süre konserlerini “Hoşça kal” ile noktalayacak. Çünkü mükemmel bir kapanış şarkısı. Konser yaklaşık 3 saat sürdü. Bizi uğurlaması bile şarkıyla oldu. Daha doğrusu çoğunluğu uğurladı… Çünkü ben, Demir, Hülya, İbrahim ve Tolga ile tekrar kuliste karşılaşacaktı. Allah’ım, bunları yazarken bile tüylerim diken diken oldu.
Neyse, salon boşalmıştı. Sadece www.sebnemferahclub.com ekibi ve üyeleri kalmıştı. Security “Arkadaşlar, daha ne bekliyorsunuz? Salonu boşaltıyoruz” demişlerdi ki neyse ki Demir çıkageldi. Biz de zaten Hülya ile birlikte Buket Doran’a sürpriz doğum günü partisine ön hazırlık yapmak üzere kulise erkenden hediyeleri masanın üzerine yerleştirmek, pasta mumlarını dikmek için giren Demir’in bizi almasını bekliyorduk. Şanslı 5 kişiden 2’si kulisteydi, 3’ümüz Demir’i bekliyorduk; neyse ki tam zamanında, yani tam son kalanları görevliler dışarı çıkartırlarken geldi de rahatladık. Demir “Gelin” dedi. Hızlı hızlı yürümeye başladı. Ben de yolu kaçırmamak için arkasından hızlı hızlı yürüyordum. Kulis kapısının önündeki koruma “Diğer 3 kişi nerede?” diye sordu. Demir beni, Tolga’yı ve kulise gireceğini daha bugün öğrenen İbrahim’i gösterdi. Ve işte kulisteydik. İnanamıyordum. Evet, hayalimin gerçekleşmesine engel olan kulis kapısının dışında değil, içindeydim. Önce Aykan’ı gördük. Tokalaştık. O bir odaya girdi. Yeşim Doran bizi bekliyordu. Yeşim Doran bana “Bu hediyelerin hepsi Buket’e mi ait?” diye sordu. Ben de “Yok, bazıları Şebnem’e aitti” dedim. “Hangileri Buket’e, hangileri Şebnem’e ait?” diye sordu. “Çabuk söyle, ayırmam lazım” diye ekledi. Ben de doğal olarak bilmediğimi söyledim. Hakikaten bilmiyordum. Sadece tablonun Buket Doran’a ait olduğunu biliyordum, e onu herkes biliyordu zaten. Hemen Demir’i çağırdım. Hülya ve Demir hangi hediyenin kime ait olduğunu bildikleri için ayırdılar. Ben hediyelerimi oraya koymadım kendi ellerimle vermek için. Bir baktık, hepsi arka arkaya geliyor. Kerem, Metin, Ceren, Ozan, Şebnem… Çok ilginç bir duyguydu. Biz pastanın mumlarını yakmakla, hediyeleri yerleştirmekle, makineleri ayarlamakla meşgulken bir anda arka arkaya karşımızda bitiverdiler. Ben şok olmuş bir biçimdeydim. İşte Şebnem Ferah, Şebo’nun grubu, yakın görevlileri ve biz bir aradaydık. Şebnem’ler Buket’e “Gel gel” dediler. Buket Doran da sahne arkasından kulise geldi. “Sürpriiiiz”, “İyi ki doğdun Bukeeet! İyi ki doğdun Bukeeet!” diye hep birlikte şarkı söylüyorduk. Evet, hayal gibiydi ama gerçekti. Şebnem Ferah ve arkadaşları ile ben ve arkadaşlarım birlikte bir insanın doğum günü partisini kutluyorduk. Kulağa şaka gibi geliyor, değil mi? Yıllarca rüyalarımda Şebnem Ferah ile tanışmıştım. Fakat uyandığımda her şey eskisi gibiydi. Bu seferki rüya mıydı, bilmiyorum ama eğer rüyaysa uyanmak istemiyordum. Neyse ki rüya değilmiş. Buket Doran cephesine geçecek olursak zaten biz hep birlikte ona “İyi ki doğdun” şarkısını söylerken çok duygulanmış, çok şaşırmış, çok sevinmişti. Geri gider gibi olmuştu utancından, fakat bir de kenara çekildikten sonra doğum günü pastasını görünce artık duygularını ifade edemez hale gelmişti. Hülya’ya sarıldı. Gözleri doldu. “Arkadaşlar, çok teşekkür ediyorum. Hayatımda ilk kez bana doğum günümde sürpriz kutlama yapılıyor. Ne diyeceğimi bilemiyorum. İlk kez bu duyguyu yaşıyorum. Çok utandım” falan dedi. Hülya kendi makinesiyle, ben de kendi dijitalimle bu anı fotoğraflıyorduk. Gerçekten Buket’e ilk kez sürpriz yapanlardan biri olduğum için bu duruma daha çok sevindim. Kendi durumumu bile unuttum. Ufak tefek hediyelerin yanında ona vereceğimiz büyük tablo daha çok göze batıyordu. Yeşim Doran, Buket’e “Önce büyük paketi aç” dedi. Zaten açılmayacak gibi değildi. Hülya “Onu ben paketledim. Ona göre” demeden edemedi. Paketten kendi resminin bulunduğu yağlı boya tablosu çıkınca sevincinden ne yapacağını şaşırdı, artık gözyaşlarını gizleyemiyordu. Hepimize sarıldı. İşin ilginç tarafı, ne tesadüftür ki o sırada üzerinde bulunan kostüm, tablodaki kostüm ile aynıydı. “Ya, böyle bir şey olamaz. Hayatımda 2. kez giyiyorum bu kıyafeti. Şansa bak” dedi. Uzun süre tablonun yanından ayrılamadı.
Tabii ben tablo üzerine muhabbetler yapılırken hemen Şebnem Ferah’ın yanına koştum. “Yıllardır bu anı bekledim” dedim. Başını öne eğdi. “Lütfen bir fotoğraf çekilebilir miyiz?” diye sordum. “Tamam” dedi. Hemen Demir’e makinemi verdim. Demir Şebo ile benim birlikte fotoğrafımızı çekti. Sanki askerlik fotoğrafı çektiriyormuş gibi elimi Şebo’nun omzuna attım, o da güldü. Demir bu an için “Düşünsene, Şebo’yu kucakladın sen demin” diyecekti kulisten çıktıktan sonra… Daha sonra Hülya’nın makinesi ile grupça bir fotoğraf çektirdik Şebo ile. Şebo, ben, Demir, Hülya, İbrahim ve Tolga henüz elime geçmeyen o fotoğrafta aynı karedeydik. İyi ki kendi makinemle çektirmişim Şebo ve benim birlikte olan fotoğrafımızı… Yoksa çok sabırsızlanırdım diğer fotoğraf için ve grupça çektirdiğimiz fotoğrafta demek ki ben Şebo’nun yanında değil, yanının yanında olacakmışım. İyi ki kendim de makine getirmişim. Cep telefonuma da aktaracağım fotoğrafı ve duvar kağıdı yapacağım. Ayrıca bastırıp çerçeveleteceğim. Neyse, Şebo “Arkadaşlar, ama bu fotoğrafları kendinize saklayın. İnternete vermeyin” diye rica etti. İlk önce ben “Tamam” dedim. Çünkü benim hayatımda internet çok önemli bir yer kaplasa da Şebo’yu kıramam. Tek isteğim o fotoğraflardan birini (tabii bu tek başıma onunla çektirdiğim fotoğraf olacak) çerçeveletip asmak zaten… Evet, artık hediyelerimi de verebilirdim. İlk önce kuru kafalı yüzüğümü serçe parmağımdan çıkarttım. “Bu yüzüğü hediye etmek istiyorum” dedim. O da parmağını uzattı. “Bu yüzüğün bende bir anısı da var. 1999 yılında yine Bostancı Gösteri Merkezi’nde sana bunu vermeyi düşünmüştüm, fakat cesaret edememiştim. Şimdi yıllar sonra veriyorum” diye ellerim titreyerek Şebo’nun yüzük parmağına taktım yüzüğümü. 1999 yılında sahnenin önünden verecektim, kısmet olmamıştı, fakat 2006 yılında aynı yüzüğü kuliste kendi ellerimle onun parmağına taktım ve buna hala inanamıyorum. Olayı kendim için belgelemek için “Bir de yüzük takılmışken parmağının fotoğrafını çekebilir miyim?” diye sordum ama elini kendine doğru çekti. Haklı aslında. Ben olsam belki ben de çektirmezdim ellerimin fotoğrafını hiç tanımadığım bir kişiye. Tabii insan fan olunca bunları düşünemiyor. İlk fotoğrafı ben çektirdiğim gibi ilk imzayı da ben aldım orda. Yanımda “Can Kırıkları” CD’sini getirmiştim. Onu imzalattım Şebo’ya. Daha bitmemişti. İçinde şu ana kadar gittiğim Şebnem Ferah konserlerinden sonra yazdığım izlenimlerimin; yani günlük yazılarımın, ona Word ile yazdığım uzun mektubun, Rock’n Coke fotoğraflarının, yaptığım Şebnem Ferah karikatürü ve üç tane videonun (benim yaptığım “Oyunlar” klipi, Şebo’nun Michael Jackson cover’ı “Dirty Diana” ve Skin cover’ı “Faithfulness”) bulunduğu bir CD de hediye ettim. Hemen alıp çantasına koydu. CD’ye gösterdiği ilgiyi yüzüğe bile o kadar göstermemişti anladığım kadarıyla…
Neyse, daha sonra bir karışıklık oldu. Hemen herkes toparlanmaya başladı aniden… Ne olduğunu anlayamamıştık. Daha Şebo’ya projelerimizden bahsedecektim konuşma yaparak. Neyse ki, CD’de de bahsetmiştim bunlardan ama bir de ayak üstü röportaj gibi bir şey yapacaktım. Örneğin üçüncü klipin hangi parçaya çekileceğini filan soracaktım. Neyse, bu bile yetti aslında. Henüz ne olduğunu kavrayamamıştım. Bir bayan bizi “Arkadaşlar, bu taraftan” diye yönlendirdi. Ben sandım ki bizi yine kuliste başka bir odaya alacaklar; Şebo da arkamızdan gelecek. Saf saf bayanı takip ettik. Yolda Aykan’ı gördük. Demir, Aykan’a “Aykan, nerdesin sen ya? Pasta bittiiiiiii!” dedi. Aykan da “Ne? Nasıl ya? Olamaz! Eyvah!” derken bendeki köşeli jeton yeni düşmek üzereydi. İçimden “Eee, ben daha pastadan bile yemeye fırsat bulamadım ki? Nereye gidiyoruz?” diye düşünüyordum. Derken kendimizi kulisin dışında, basın odasında bulduk. O sırada cep telefonum Michael Jackson’ın “Leave Me Alone”uyla çaldı. Görevli bayan nedense güldü. Neyse, biz yine de basın odasının dışına çıktık. Yani ne kulisteydik, ne de basın odasındaydık. İkisinin arasındaydık. Arayan da Demir’in arkadaşıydı. “Neredesiniz?” diye soruyordu. Benim sanki doğal, sıradan bir şeymiş gibi “Kulisteyiz” demem karşı tarafta şok etkisi yaratmıştı. Yani benim bu güzel olayı sıradanmış gibi bir ses tonuyla söylemem ayrı bir mizah konusu… Kulisin dışarıya bakan kapısında Şebnem Ferah hayranları kulise girmeye çalışıyorlardı. Tak tık tok diye kapıyı çalıyorlardı. “Biz bilmemne sitesinden geliyoruz” gibi şeyler diyorlardı, fakat görevliler içeri almıyordu. Bir anda kendimi ünlü gibi hissettim. Çünkü dışarıdaki hayranlardan biri değildim. İçeride arkamızdan gelen Buket, Metin, Ozan ve arkadaşlarla takılıyordum.
Açıkçası ünlü olsam kapıya yaslanan o kalabalıktan korkabilirdim. Biraz tırstım açıkçası. Bir an ünlü olduğumu hayal ettim ve kapı açıldığında üstüme saldırsalar ne yaparım diye düşündüm. İşte o an bazı ünlülerin ister istemez neden fanlarla aralarına mesafe koyduklarını da anlamış oldum. Tabii bazılarınınki (örneğin Teoman) gerçekten saygısızlığa kadar varabiliyor, ama bazıları hayranlarını sevdiği halde araya mesafe koymak zorunda kalıyorlar. Neyse, Ozan biraz kaldı, sonra gitti, fakat Metin ile Buket hep bizimleydi. Demir bir arkadaşının kalp ameliyatı olacağını, o yüzden hastanede olduğunu, konsere gelemediğini söyledi Buket’e ve moral olsun diye “Bak telefonu kime veriyorum?” diye telefonu Buket’e uzattı. Telefon da benimdi bu arada. Buket de moral olsun diye onunla çok ilgili şekilde konuştu. Buket ile tanışanlar sürekli Buket’e “Melek” diyorlardı. Hatta “Sen bir meleksin Buket Doran” gibi pankartlar hazırlıyorlardı. Buket ile tanıştıktan sonra ben de onlara hak verdim. Gerçekten Buket Doran bir melekmiş. Dayanamadım ve ona “Sen hayatımda gördüğüm en mükemmel insanlardan birisin!” dedim. Utandı ve büyük bir mütevazılıkla “O kadar abartmayın lütfen” dedi. Ben ateşe körükle gittim yine de “Sen daha fazlasını hak ediyorsun” diyerek. Ne yapayım? Artık kabul etmeli ki onunla tanışanların hepsi Buket’in bir melek olduğunu düşünüyor. Demir’e telefonunu verdi “Ameliyattan sonra beni ara. Merak ettim” diye. Yetmedi, benim telefonumu ve Demir’i alıp Şebo’ya götürdü kalp ameliyatı olacak kişiye daha çok moral olsun diye. Yani şu anda benim Sony Ericsson k700i telefonum çok değerli bir telefon. Çünkü bu telefonla hem Buket, hem Şebnem Ferah konuştular. Zaten bugün giydiğim Mercedes Benz montumu, beyaz t-shirt’ümü, kahverengi kazağımı, siyah bandanamı, lacivert pantolonumu, kirli beyaz botlarımı, mavi Adidas bilekliğimi, T harfleri olan yüzüğümü, her Şebnem Ferah konserinde bir yıldızı düşüp kaybolan siyah bilekliğimi (bu konserde de aynı şey oldu), lacivert Cozaar çantamı manevi değeri büyük eşyalarım olarak görüyorum artık. Artık bu eşyalarımı millete gösterip “Şebnem Ferah ile tanıştığımda bu üzerimdeydi. Bu eşyam Şebo’ya değdi” gibi şeyler diyebilirim. Keh keh. Ayrıca 7 yıllık kuru kafalı yüzüğüm de artık Şebnem’in parmağında. Ona ait bir yüzük oldu. İnşallah ileride o yüzüğümü onun parmağında görürüm yine. Bir klipinde veya bir konserinde, fark etmez. Fakat o yüzüğü takmaya devam ettiğini görürsem çok mutlu olacağım.
Neyse, kulisten dışarı çıktığımızda Hamza’lar bizi kulis kapısının önünde bekliyorlardı. “Nerde kaldınız ya? Beklemekten öldük” dediler. Ben hala şoktaydım. Cevap veremedim. Hakikaten bu kadar zaman kuliste miydik biz? Çok çabuk geçmişti halbuki… Bırakın çabuk geçmesini, o kadar şaşkındım ki hala bunların bir hayal veya rüya olabileceğine dair kanıt bulsam inanırdım. Mert’ler beni arabayla otoparkta bekliyorlardı. Arkadaşları ekmiş gibi olacaktı, bana “oyunbozan” diye takılıyorlardı. Sabahlayacağımızı söylüyorlardı ama hem çok yorgundum, hem de zaten Mert’lerde kalacaktım. Evleri yakın zaten… Şebnem’ci arkadaşlarla vedalaştıktan sonra yürüdüm ve çok geçmeden Mert’i gördüm. Koşarak sarıldım “Sonunda Şebo’yla tanıştım!” diyerek… Michael Jackson belgesellerinde izlediğimiz MJ ile tanıştıktan sonra birbirlerine sarılıp ağlayan kızları şimdi daha iyi anlıyordum. Haklılarmış. Gerçekten duygu karmaşası oluyormuş. Ben şoku Mert’i gördükten sonra atabildim ancak… Hemen arabalarına bindim ve eve döndük.
Şebo ile tanışmak dönüm noktası gibi bir şeydi benim için. Hatta gece yatakta mutluluktan biraz ağladım. Hande “Sen bu gidişle Michael Jackson’la da tanışırsın” dedi. “Darısı Michael Jackson’ın başına” diye ekledi. İnşallah o günleri de görürüz. Gerçi o konuda ümitsizim. Michael’ı uzaktan görmeye bile razı hale geldim. Neyse, kısacası 10 yıllık hayalim gerçekleşti. Rüyalarımda tanışıyordum, bu sefer gerçek hayatta tanıştım Şebo ile… Ne diyeceğimi, duygularımı nasıl tarif edeceğimi bilmiyorum. Askere Nisan’da gidiyorum. Askere gitmeden evvel Şebo’yu sahnede izlemek, daha da ileri gidip kulise girip birlikte Buket Doran’ın doğum gününü kutlamak, ondan imza almak, onunla fotoğraf çektirmek, 99 konserinde vermek istediğim ama vermeye cesaret edemediğim yüzüğümü onun parmağına takmak, konser izlenimlerimin-yaptığım Oyunlar klipinin-ona yazdığım mektubun filan kayıtlı olduğu bir CD hediye etmek varmış kısmetimde… Yani açıkçası şeytanın bacağını kırdım ve şansımı açtım! Kuliste eski Pentagram üyesi Metin Türkcan, Şebo’nun bas gitaristi ve menajeri Buket Doran ve mor ve ötesi’nin gitaristi Kerem Özyeğen ile fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmedim tabii ki… Ozan Tügen, Metin ve Buket’ten de imza aldım tıpkı Şebo’dan imza aldığım gibi… Ah, bir de fotoğraflarda o kalkık dişim tek başına “tek dişi kalmış canavar” gibi ortaya çıkmasa daha iyi olacaktı. Gerçi ben içimden “Şebo ile tanışayım da fotoğrafımda o dişim ortaya çıksa bile olur” diyordum. Yani, olsun, artık hiçbir şey önemli değil. Zaten çok da kötü gözükmüyor o diş. Belki ben demesem kimse fark etmeyecek.
Allah’ım, sana şükürler olsun. Bu kulunun hayatta en çok istediği şeylerden birini gerçekleştirdin ya, ne desem boş. O yüzden öncelikle tanrıma teşekkür etmek istiyorum. Sonra Şebo ile tanışacak 5 şanslı kişiyi belirleyen ferahsever Muhittin Kurban ve ferahtutkunu Mehmet Ali Günsüz’e teşekkür ediyorum. Nasıl sevaba girdiniz, anlatamam. Ameliyat sonrası, askerlik öncesi bir insanın moral aşılamasına sebep oldunuz. Demir, Hülya, İbrahim ve Tolga’ya bu hayalim gerçekleşirken bana ortak oldukları için teşekkür ediyorum. Yeşim Doran’a bize gösterdiği ilgi ve sağladığı kolaylık için çok teşekkür ediyorum. Şebo, Buket, Metin, Ozan, Aykan, Ceren ve Kerem’e teşekkür etmeyeceğimi sanmıyorsunuz herhalde… En iyisi Şebnem Ferah’ın bir şarkısından alıntı alarak bitireyim günlüğümü: “Teşekkürler, büyüyorum sizinle…”