Neyse, hemen hazırlanıp, Bakırköy’de bir simitçide kahvaltımı yapıp hemen durağa gittim. O da ne? Hemen bir kuyruk oluşmuş. Ben de hemen kuyruğa girdim. Sonra bir baktım, arkamdaki kuyruk daha da uzun olarak oluşmuş. Kendimi başlarda sandım. Zaten öyle sayılırdı. İlk otobüse bindim. Koltuklar hemen dolmuştu. Koltuğa oturabilecek kadar başta değildim. “Kesin ayakta giderim” diye düşünüyordum ama şanslıydım. Herkesin gözünden kaçan bir kenarda, kuytu bir köşede tek kişilik koltuk vardı. İlginçti, ayakta yolcu alınmaya çoktan başlanmıştı. Ama o koltuk boştu. Sanki bana ayrılmış, beni beklemiş gibiydi. Ben de hemen oturdum. Yolda herkes şoke oldu. Hava zaten kapalıydı, fakat o kadar çok fazlalaştı ki bulutlar, etraf çok karanlık oldu. Bir de gözümde saf gibi güneş gözlüklerim vardı. Aslında güneş gözlüklerini tercih etmemin nedeni numaralı olmasıydı. Yani numaralı normal gözlük kullanacağıma, numaralı güneş gözlüğü kullanmayı tercih ediyordum. Fakat havanın kararmasına ben de kayıtsız kalamadım ve normal gözlüğümü taktım. Hezarfen Havaalanı’na yaklaştıkça, başlayan yağmur da şiddetini arttırıyordu. Herkes de korku filmi izliyor hissine kapılıyordu. Bir ara bir genç yanlış yola giren şoföre yardım etmek için dışarı çıktı da geldiğinde ne kadar ıslandığını görünce herkes başına ne geleceğini anlamıştı. Ve saat 10’larda Rock’n Coke alanındaydık. Otobüsteki herkesin dışarı fırlamasıyla koşmaya başlaması bir oldu. Ben de hemen kısa yağmurluğumu giydim ve daha otobüsten iner inmez sandalet giymekte hata yaptığımı anladım. Ayaklarım sırılsıklamdı. “Fazla biletiniz var mıydı?” diye ıslandıkları halde bilet bulamadıkları için bilet dilenenlerin aralarından koşarak kapıya doğru yöneldim. Fakat bu daha bir şey değildi. Bilet ve çanta kontrolü yapılıp içeri girdikten sonra boyum uzamaya başladı. Hayır, gökkuşağının altından geçenin cinsiyet değiştirmesi gibi Rock’n Coke kapısından geçenin boyu uzamıyor. Bunun nedeni ayakkabılara çamur yapışması… Çamur tıpkı bizim Saros’un eski halindeki olduğu gibi tabana yapışıyor. Yapışanın üzerine başka bir çamur yapışıyor. Öbür çamura yapışan yeni çamur çamuru büyütüyor ve insanın ister istemez boyu uzuyor, yürümekte de zorlanıyor. Fakat benim durumum herkesten daha vahimdi. Çünkü diğerleri gibi ayağımda spor ayakkabısı yoktu. Sandalet vardı. Bu yüzden ister istemez ilgi odağı oldum. Gençler “Ne yaptın abi sen böyle?” diyorlar, görevliler altı çamur dolu sandaletimin fotoğrafını çekiyor, “Bizden daha beterler de varmış” diyenler oluyordu. Bir baktım, ayağında poşetlerle dolaşanlar var. “Poşetleri nereden buldunuz?” diye sordum onlara. “Dükkanlardan, yemek yenilen yerlerden alıyoruz” deyince hemen poşet aramaya koyuldum. Yağmur hala şiddetini koruyor, boyum da uzamaya devam ediyordu. Fakat ben poşet bulmak varken standların çadırları altında sığınmaya devam edemezdim. Kimi görevli acıyordu ama elinden bir şey gelmiyordu, çünkü poşeti kalmamıştı, kimi poşeti olduğu halde “Yok” diyordu. Sonunda t-shirt torbaları buldum, sandaletimin altındaki çamurları bir tahtaya sıyırdım ve ayağıma geçirdim. Fazla olanları da dağıttım. Fakat bu t-shirt torbaları yanlarından yırtıldı ve ayağımda bir şey kalmadı. Ben de çarşıdan ümidi kesip yiyecek yerlerine yöneldim. “Bağlanabilen poşet var mı? Bunlar kopuyor” diyordum. Herkes “Poşeti herkese dağıttık, bitti” diyordu. Fakat bir tanesine duygu sömürüsü yaptım. Gerçeklik payı vardı. Hakikaten dediğim gibi etrafta sandaletli tek kişi bendim. Terlikli birkaç kişi de gördüm ama onlar büyük ihtimalle kampçıydı. Ayakkabılarını korumak için bu yolu seçmiş olabilirlerdi. Fakat sonuçta Rock’n Coke alanında görülen en acınacak kişi bendim. Sonunda personel bana acıdı ve kimseye çaktırmadan sandwhich ekmeği torbasındaki ekmekleri çıkardı, bir yere koydu ve poşeti bana verdi. Hemen bir dilenci sevinciyle poşeti aldım ve ayaklarıma bağladım. Çok rahat etmiştim. Poşet tam istediğim gibi bağlanabiliyordu ve kopmuyordu. Akbank’tan Card Rock’ımı aldım. Yağmurluk yetmediği için de Coca-Cola bölümünden yeni bir yağmurluk aldım. Üstelik kapüşonluydu ve çantası bile vardı. Orda bizim sınıftan Aslı ile karşılaştım. Aslı ile geçen seneki Rock’n Coke’da da karşılaşmıştım, o yüzden şaşırmadım. O da şaşırmadı. Ayak üstü sohbet ettik Aslı ve ablasıyla… Onlar da yağmurluk aldılar. Kampçı oldukları için gecenin çok kötü geçtiğini, mahvolduklarını anlattılar. Sanırım halime şükretmeliyim. Ben sıcacık evimde uyuyorum. Ya o yağmurda gece gece çadırın içinde uyusaydım? Sonradan öğrendiğime göre Ece de Rock’n Coke’a gelmiş ama görmedim. Haberim bile yoktu. Bu arada bir çocuk aynı bizim mjturkfan’dan Hüseyin Karanfil’e benziyordu. İkizi olsa bu kadar olur. İlk gördüğümde o sandım, fakat sonra bana “Bu neden bana böyle bakıyor?” diyecekmiş gibi baktığı için o olmadığını anladım.
Saat 12 civarı doğru öğle yemeğimi de yedim. Şu anda hangi yemeği nerede yediğimi hatırlamadığım için söyleyebilirim ki bu iki gün boyunca Amigos, Arby’s, Burger King, Simit Dünyası, Tıkıntı türü yerlerde hot dog, pizza, simit, Chicken Whopper gibi şeyler yedim. Cola, Fanta, Sprite ve Pazar günü kendimi halsiz hissettiğimden içeceğim ama 4 YTL verdiğim için pişman olacağım Burn Energy Drink içtim bu iki gün boyunca… İçki kullanmadım. Kimi içki içmek için ortam olsun diye Rock’n Coke’a gelmişti ama ben müzik için oradaydım. Kafam diri olmalıydı, çünkü olayları, efsaneleri net hatırlamak istiyordum. Geçen sene ana sahne 12:00’da başlıyordu, fakat bu sene nedense 14:00’da başlıyor. Aslında her işte hayır vardır. Çünkü saat 14:00’a kadar yağmur deli gibi devam edecekti. Çizme giydikleri için şanslı saydığım görevlilerin çamurun etkisini azalttırmak için attığı samanlar bile fayda etmeyecekti. Burn sahnesi çadırlı olduğu için şanslı olduğumuzdan Burn sahnesi hiç olmadığı kadar doluydu. Kader bizden yanaydı, çünkü 14:00’dan sonra öyle sabahki gibi feci bir yağmur olmadı. Çok az yağdı. Atıştırdı bir ara. Ama ana sahnede efsaneler ve popüler gruplar gözlerimizin önünden canlı canlı geçerken hava yağmurlu değildi. Hatta bazen açılıyordu hava. Güneş vücudumuzu geçen seneki kadar olmasa da yaladı. Güneş kremine gerek yoktu bu sefer ama yine de güneş çıkınca epey ısıttı. Tam bir internet delisi olduğum halde Rock’n Coke’un internet cafe’sinden çıkmayanları anlayamadım. Mailler sonra da kontrol edilebilir. Chat her zaman yapılabilir. Fakat bir daha bu gruplar sahne almaz. Tuvaletler bu sene daha da pisti. Burnumun direği kırılarak tuvalet işlerimi yapmak zorunda kaldım. Bir de yerdeki çişlerle karışık çamuru hesaba katın.
Bu arada etraf Robert Smith gibi makyaj yapan gençlerle doluydu. Sanki 80’lerden fırlamış gibiydiler. Geçen sene gördüğümü hatırlamıyorum. The Cure fanatikleriydi herhalde… Belirtmeden geçemedim.
TAMBURADA: Gerçi kampçılara özel performanslar olmuş dün gece. Fakat kampçı olmayanlar için ilk performans Burn Sahnesi’nde saat 12:00-13:15 arası Tamburada ile başlıyordu. Tam burada, yani tam Burn Sahnesi’nde Özlem Şimşek, Feryin Kaya, Berke Can Özcan, Özün Usta, Tansu Kaner, Burak Irmak, Korhan Futaci’den kurulu Tamburada; Atina, Kalp, Merdiven, Afrika, Yaz Müziği gibi şarkılarını seslendirmekteydi. Ben ilk önce hem İngilizce söylemelerinden, hem de solistleri Özlem Şimşek’in tipinden Tamburada’yı yabancı grup sandım. Fakat bir baktım, şarkı aralarında Türkçe teşekkür etmeleri çok düzgün, “Aaa, Türk grupmuş” diye şaşırdım. Konser ilerledikçe “Evet şimdi bilmemne adlı şarkımızı çalacağız” diye Türkçe anonsları arttıkça artık Türk olduklarına dair şüphem kalmadı. Herhalde bu kadar kalabalık bir seyirci topluluğuna daha önce çalmamışlardır, çünkü yağmur nedeniyle herkes Burn Sahnesi’ne sığınmışlardı. Böylelikle yağmur herkesin Tamburada’yı keşfetmesine neden oldu. Değişik bir müzik yapıyorlar. Rock desen rock değil. Caz desen caz değil. Blues desen blues değil. Pop hiç değil. Ama güzeldi. Benim hoşuma gitti.
KARARGAH: Ben çok güçlü bir hip-hop dinleyicisi değilimdir. Cartel, Erci E çok severim. Onların dışında Ceza, Fresh B, Ümit Davala’nın albümleri bulunur. Türkçe olarak rock daha çok dinlesem de “Hiphop’a hayır!” diye düşünenlerden de değilim. Hip-hop müziği iyi yapıldığı sürece çok severim. Yabancılardan Eminem, Will Smith, Vanilla Ice’ın albümleri bulunur bende mesela. Ayrıca indirdiğim uluslar arası mp3’ler arasında da hip-hop’çılar bulunur. Çok eleştiri alsa da geçen sene 50 Cent’in performansından büyük keyif almıştım. Hem zaten hip-hop’a kapalı biri olmam mümkün değil. Küçükken çok sevdiğim pop grubu Vitamin, şu son zamanlarda çok popüler olan rock grubu maNga da hip-hop’tan besleniyor. Hadi onları bırakın, en sevdiğim şarkıcı Michael Jackson da Notorious B.I.G., Heavy D, L.T.B., Shaquille O’Neal, Fats gibi hip-hop’çılarla ortak çalışmalar yapmakla kalmayıp “Money”de kendisi rap yapıyor. Yine de yoğun bir şekilde hip-hop’ı takip etmiyorum. Blue Jean’de Tunç Dindaş’ın hazırladığı köşeleri okurken (burada bir parantez açmak zorundayım, Rock’n Coke alanındaki Blue Jean standında yaptığı grafittinin önünde Tunç Dindaş’ı gördüm) “Allah Allah. Bunlar da kim?” diye tanımadığım çok grupla karşılaşıyorum. Zaten birçoğu da underground gruplar olur. İşte ismini duyduğum ama bir türlü dinleme şerefine ulaşamadığım hip-hop gruplarından biri de Karargah’tı. İlk önce “Hayata +” çadırında Ceza falan çalıyorlar sandım. Sonra yaklaştıkça seslerin Burn Sahnesi’nden geldiğini anladım. Müzikleri beni Burn Sahnesi’ne çağırdı. Mecaz, B-Masta ve Shaman’dan kurulu Karargah’ın performansında öyle çok eğlendim ki, albümlerini alma kararı aldım. Hem de bana Ceza’dan bile daha çok başarılı geldiler. Özellikle de “Bana Bakın Aga” çok eğlenceliydi. Beyaz kıyafetleri de çok hoştu. Kim ne derse desin, hip-hop kötü bir müzik değil ve hip-hop’çılar festivallerde çıkabilirler.
RASHIT/HANIN ELIAS: Rashit grubunu hep duyuyordum. Ayrıca bende “Fırtına” adlı şarkıları da vardı. Çünkü Murathan Mungan’ın “Söz Vermiş Şarkılar” adlı CD’si bende mevcut… Fakat yine de haklarında pek bilgi sahibi değildim. Örneğin Rashit projesini Raşit adında birinin solo projesi sanıyordum. Meğer Oğuz Taktak, Tolga Özbey, Bülent Kabaş ve Orkun Tunç’tan kurulu bir grupmuş. Bugün ilk kez kendi şarkılarını dinledim. Yeni Türkü’den “Fırtına”yı ve “Ağlama Değmez Hayat”ı cover’lamayı da ihmal etmediler. Sonra ünlü Alman digital-hardcore grubu “Atari Teenage Riot”ın solisti Hanin Elias’ı çağırdılar. Aa, bu kadın zaten ana sahnede Rashit’ten önce çıkmıştı daha ana sahne performanslarının başlama saati gelmeden… Fakat Hanin Elias olduğunu bilmiyordum. Birlikte benim çok sevdiğim “Bang Bang”i coverladılar. Fakat mjturkfan.com aracılığıyla internette tanıştığım, aynı zamanda DJ Murat Beşer’in oğlu Can Beşer yanıma geldi. Onunla bu sayede tanışmış olduk. Biz aslında Burn sahnesinde buluşacaktık, fakat o benim internete koyduğum kliplerimden beni tanımış. Ee, bizim de ufak çaplı bir şöhretimiz var. Keh keh. 🙂 Can “Babam 14:15’de değil, 14:30’da çıkacak” dedi. Biz de birlikte Rashit’i izledik, Hanin Elias’lı “Bang Bang”i de izledikten sonra Burn sahnesine doğru yöneldik.
MURAT BEŞER: Çünkü Burn sahnesinde Can’ın DJ olan babası Murat Beşer vardı. Can’ın verdiği yeni Rock’n Coke kitapçığında (bende mevcut olan kitapçıkta Şebnem Ferah dahil sonradan katılacağı kesinleşen sanatçı, DJ ve grupların biyografisi yoktu) babasının bölümünü açtım. Orada Murat Beşer’in 20 yıllık gazeteci ve yazar olduğu yazıyordu. “Aaa, ben de diyorum Murat Beşer ismi bana gazeteci ismini çağrıştırıyor. Meğer aynı zamanda gazeteciymiş” dedim Can’a… O da doğruladı. Burn sahnesine gider gitmez Can şoke oldu. “İnanmıyorum. Ne kadar boş. Babam ilk kez bu kadar boş yerde çalacak” derken ben de “İnanmıyorum. Babanın saçları fotoğrafındaki gibi uzun değil, kısa” diyordum. MSN’de Can’a “Baban Michael Jackson’dan ‘Tony Moran’s HIStory Lesson’ı çalsın. Tam dans etmelik, techno bir remix” demiştim, Can da bir MJ Fan olduğu için kabul etmişti. Fakat babasına bu fikrimizi söylemekten vazgeçmiş, çünkü babası sert çalacağını söylemiş. Hakikaten sert çaldı. Elektro-rock türünde parçalar çaldı. Hakikaten çok az seyirci vardı. Çok az seyircinin olması bende dans etme isteği uyandırdı, fakat sırtımda çanta, ayağımda torbaya sarılmış çamurlu sandalet olduğu için yerimde tempo tutmakla yetindim. Bir abi poposuyla çok komik dans ediyordu. Hep aynı hareketi yapmaktan bıkmıyordu. Çok komiğime gitti, Can’a gösterdim. Can da güldü ve “Murat Beşer Fan” diye espri yaptı.
PAMELA SPENCE: Programda Murat Beşer’in bitiş saati olarak 15:15 diye yazıyordu, Pamela’nın ana sahneye çıkış saati ise yine 15:15’ti. Bu yüzden Can’ın babasının performansını sonuna kadar izleyeceğimi düşünüyordum, fakat Murat Beşer geç çıktığı için tam vaktinde ayrılmayacaktı. Hep Pamela’nın konserine gitmek istediğim için Burn Sahnesi’nden ayrılıp ana sahneye döndüm ve Pamela’yı bekledim. Pamela’yı daha önce de sahnede izlemiştim. Fakat Teoman’ın vokalisti olarak… Bugün ilk kez kendi solo performansını izleyecektim. İzledim de… Kendine has dans stilini çok beğendim. Vokal olarak albümlerindeki kadar başarılı olmasa da yine de çok iyi ve kaliteli bir performanstı. Kıyafetini de çok beğendim. Acayip eğlendim. Yalnız dikkatimi çeken bir şey oldu. Etrafta hiç çoluk çocuk yoktu. Pamela çıkınca ortalık çocuk kaynadı. Demek ki Pamela 7’den 70’e herkese hitap edebilmeyi başarmış. İstanbul, Yaralı Gönlüm, Aşk Sevgiden Beter, Fırtınalar, Hayat, Ayrılamayız Biz, Şuna da Bak gibi sevilen şarkılarını seslendirdi. Ben şahsen Pamela’yı MTV’de çıkan şarkıcılardan farklı görmüyorum. Gerçi kendisi melez ama yurt dışında Türkiye’yi çok iyi temsil edebilecek şarkıcılardan bence… Pamela’yı Türkiye’nin Pink’i olarak görüyorum. Bu arada Rock’n Coke gazetesinden Pamela’nın Türkçe isminin Aslı olduğunu öğrendim ve bunu neden bilmediğime çok şaşırdım.
STYLE-IST: Pamela-Ceza arası biraz Burn Sahnesi’ne uğrayıp Stlye-ist adlı DJ’in performansına baktım. Hakikaten dedikleri gibi değişik türler arasında bağımsız bir çizgi izliyordu. Genelde Rock’n Coke alanını gezmek daha cazip geldi. Çok eğlenceli görüntüler vardı. Fakat Lunapark’taki balerin bu sene maalesef yoktu. Yok, hayatımda balerine binmedim. Binmek niyetinde de değildim. Fakat balerinin arkasında Michael Jackson resmi vardı. O yüzden balerinin olmamasına üzüldüm. Yine de çok renkliydi etkinlikler…
CEZA: Bizim Hüseyin’in tavsiyesiyle Ceza’nın “Rapstar”ını almıştım. Hip-hop düşmanı biri olmadığım için, müziğe at gözlükleriyle değil, önyargısız baktığım için de sevmiştim. Fakat maalesef hala bazıları öyle düşünmüyor galiba… Çünkü Ceza çıkınca birçok orta parmak yukarı kalktı. Bana göre terbiyesizlikti. Madem Ceza dinlemiyorsun, neden önleri dolduruyorsun? Neden yerini Ceza için Rock’n Coke’a gelen hip-hop’çılara vermiyorsun? İzlemek istemeyen terk eder yani… Bir de işin ilginç tarafı hareket çekerken bile ister istemez tempo tutuyorlardı. Kendilerine bile itiraf edemiyorlardı, fakat eğleniyorlardı. Daha önce Ceza dinlememiş ama yıllardır gerçek özentiler arasında süregelen (bu insanlar farklı türleri bir arada dinleyenlere özenti derler ama kulağa hoş gelen her türlü müzik dinlemekte bir sakınca yoktur. Hatta bana göre gerçek müzik dinleyicisi kaliteli olan bütün müzik türlerine açık olmalıdır. Popu dahil küçümsememeleri lazım) saçma sapan hip-hop/metal tartışmalarından bihaber olan bazı seyircilerin muhabbetlerine kulak kabarttım. “Bu kim? Niye hareket çekiyorlar ona? Allah Allah. Ben çok eğleniyorum ama…” gibi sözlerle şaşkınlıklarını dile getiriyorlardı. Ceza da yer yer bu tarz seyircilere küfür etti. “Dinleyenler dinlemeyenlerden fazla, saygılı olun”, “F_ck you, son of b_tch”, “Kıraç diyorlar şuradakiler. Kıraç halk konseri veriyor. Gidin orada eğlenin, hadi. Eşekler!”, “Ezilmeyin, dinlemiyorsanız s_kt_r_n gidin”, “O kaldırdığınız parmakları evinize götürün”, ”Hadi eller havaya, geçen sene 50 CENT’te nasıl eğlendiyseniz, aynen öyle istiyorum”, “Bari müzikte bölücülük yapmayalım arkadaşlar, bırakalım müzik bizi birleştirsin” gibi laflar sarf etti. Bence bu konuda Ceza haklıydı. Çoğunluk Ceza’nın yanındaydı. Ceza’nın performansı da güzeldi. Ben Ağlamazken, Rapstar, Holocaust, Hasat Zamanı, Pi Sayısı, Bu Rap Muharebe, Rude Boy, Panorama Harem gibi şarkılarını seslendirdi. Kız kardeşi Ayben de sahneye çıktı ve Ceza’yla birlikte “Araba”yı seslendirdi. Ayben de tepkisini “Bu eller savaş için kalksın. SAVAŞ!” diyerek tepkisini dile getirdi. Ceza ne dediğini anlamasam da Ekşi Sözlük sitesini eleştiren bir doğaçlama rap yaptığından ötürü daha çok gözüme girdi. Ekşi Sözlük sitesine giydirmesi beni tatmin etti, çünkü birkaç kez üye olduğum halde ne zaman üye olsam hem üyeliğimi, hem de o kadar emek verdiğim entry’lerimi silen ama benim kişisel sitem www.tstinteractive.cjb.net ‘ten (ç)alıntılar yapmaktan da geri durmayan Ekşi Sözlük sitesine bu gibi sebeplerden dolayı gıcık oluyorum. Ceza Ekşi Sözlük sitesini de ti’ye alınca birçok kişi olumlu reaksiyon gösterdi. Demek ki benim gibi çok Ekşi Sözlük mağduru ve düşmanı varmış. Ceza-fan.com sitesinden edindiğim bilgiye göre ”EKŞİ SÖZLÜKTE YAZILARI KANSIZ, YAPACAK İŞİ YOK EMEĞİN İÇİNE S_ÇSIN, DELİ BEN OLURUM AKLI O GİDİP ALSIN, KOŞUYORUM BANA NE Kİ LAN O GERİ KALSIN” demiş Ceza…
THE TEARS: Suede grubunun beyin takımı Brett Anderson ve Bernard Butler’ın birlikte kurduğu The Tears grubunun performansının tamamını izlemedim. Çünkü diğer üyeleri Nathan Fisher, Makoto Sakamoto, Will Foster olan The Tears sahneye çıkma saatleri bile gelmeden Hayata + çadırına gidip, imza sırası beklemeye başladık Can ile… Çünkü Ceza’nın performansından sonra sunuculuğu yapan İzzet Öz Hayata + çadırında Ceza’nın imza vereceğini duyurmuştu. Hayata + çadırına gittiğimde Pamela’nın da imza vereceğini söylediklerinde daha çok sevindim. Çünkü Pamela benim için daha cazipti. Böylece bir taşta iki kuş vuracaktım. Yalnız Pamela’nın imza vereceği ana sahneden duyurulmadığı için çoğu kişi Ceza için gelmişti. Eminim Pamela’nın imza vereceğinden bihaber olan birçok Pamela fanatiği vardı. Epey sıra bekledik. Birkaç kere Pamela’nın “Şehir Rehberi” adlı albümü üst üste çalındı. Düşünün yani. Bu sırada The Tears’ın performansı da başlamıştı. O kadar sıra beklemiştik. Sıramızı kaybetmek istemedik. Bu arada sıra beklerken Yunus Günce ve sevgilisi de yanımızdan geçtiler, sonra çadırdan ayrıldılar. Ayrıca sabah da XL yazarı Rahşan Gülşan’ı görmüştüm. Arkadaşını görüp sarılmıştı. Sonradan öğrendiğime göre Rock’n Coke’u izlemeye Deniz Akkaya, Tarkan Tevetoğlu, Levent Yüksel, Aylin Aslım, Özlem Tekin, Teoman Yakupoğlu, mor ve ötesi, Kargo, İlhan Erşahin, DJ Mercan Dede, Pelin Batu da gelmişler. Fakat onlara rastlamadım. Çoğunu önceden başka yerlerde görmüştüm gerçi. Neyse, Pamela da, Ceza da geç geldiler ama iyi oldu. Arka arakaya geldiler. Mesela birinden imza alsak öteki gelmediği için tekrar sıraya girmek zorunda kalacaktık. Neyse, ilk önce Pamela, sonra Ceza geldi. Ceza geldiğinde “Rapstar”ı çalmaya başladılar. Sıra bize geldiğinde Pamela ve Ceza ile fotoğraf çektirdik. Pamela’ya onun hayranı olduğumu, her iki albümünün de bende mevcut olduğunu, bütün şarkılarını çok sevdiğimi söyledim. O da sanki karşımda bir star yokmuş gibi mütevazı bir olgunlukla karşıladı. Rock’n Coke kitapçığına attırdım imzaları… Pamela “Turgay’a küçücük öpücük! Pamela” diye imzaladı önce, sonra da Ceza bir önceki sayfaya “Turgay’a sevgiler” diye imzasını attı. Çok mutlu oldum. Pamela’nın kocamam güneş gözlükleri olduğu için gözlerini fazla göremedim, fakat Ceza nedense beni epey inceledi. Şu ünlüler beni gördüklerinde neden hep inceliyorlar beni, çok merak ediyorum. Bazen “Ee, karizma var bende. Bana bakmayacaklar da kime bakacaklar?” diye düşünüyorum ama bazen de “Bende bir gariplik mi var? Kötü bir şey mi düşünüyorlar benim hakkımda? Bakışlarım mı acayip?” diye düşündüğüm oluyor. Bugün artık alıştığım için ilk kez olumlu ya da olumsuz bir şey düşünmedim. İmzalarımızı alıp çekildiğimiz fotoğraflara baka baka (ben hem Can’ın dijital makinesiyle, hem de cep telefonumla çektirdim) ana sahneye gittik. The Tears’ın son birkaç şarkısına yetiştik. Kapanışı “Apollo 13” ile yaptılar.
SKIN: İşte asıl şimdi efsaneler kendilerini göstermeye başladılar. Skin’in sesine, müziğine hayranım. Şebnem Ferah’ın da idollerinden biri olduğu için, Şebo ile aynı festivalde sahneye çıktığı için, hatta ortadan öndekilerin konser başlamadan evvel “Şebooo! Şebooo!” diye bağırmalarından anladığım kadarıyla Şebo da benimle aynı anda Skin’i izlediği için benim için Skin’in performansı çok önemliydi. Yalnız Skin ismi nedeniyle epey espri konusuna neden oldu. Örneğin “Skiiin! Skiiin!” diye Skin’i sahneye çağıran topluluk “Arkadaki fortçular yanlış anlamasın” diye espri yapıyorlardı. Daha ne espriler oldu, hepsini yazmak istemiyorum. Skin de adının Türkçe’de ne manaya geldiğinin farkında olduğunu söyleyecekti konserde zaten… Vokal anlamında Şebnem Ferah’ın denginde bir rocker diva daha izlemiş oldum. Çok mutluyum. Saat 19:30 gibiydi. İlk önce Britney Spears’tan “Oops I dit it Again” çaldı. Bazı teenager’lar gülüp kulaklarını tıkadılar. Fakat Skin sahneye beline bağladığı kravatıyla, başına taktığı beresiyle çıkınca herkes coşmaya başladı. Bu kadın resmen insanı coşturuyor yahu… Beresini çıkarınca meşhur kel kafasını da gördük. Çok vahşileşti. Süperdi. Basçısının boynunu yaladı. Yetmedi, seyircilerin üstüne atladı. Sahneye bodyguard’ların elleri üzerinde geri döndü ama sahneye yatar şekilde koyulunca dengesini kuramayıp kalkamadı ve kendi haline güldü. Zaten seyirciyle kurduğu diyalog seyirciyi daha fazla motive etti. Sahneye geri döndüğünde dengesini kuramamasını saymazsak, sahneye son derece hakimdi. Faithfulness, Hope U’re Feelin’ Happy Now gibi şarkılarını seslendirdi.
KORN: Etrafta o kadar çok Korn t-shirt’ü olan vardı ki, diyebilirim ki en fazla tercih edilen grup t-shirt’leri Korn’undu. Geçen sene Korn olmadığı halde yine herkesin üzerinde Korn t-shirt’ü vardı. Tamam, Korn mega bir grup. Bende kliplerinin olduğu bir CD var. Gerçekten metal denilince akla ilk gelen gruplardan… Nu-metali de onlar yarattı. Fakat The Cure, Skin, The Offspring, Apocalyptica da varken neden The Cure fanatikleri ağırlığını koyuyordu? The Cure’un diğerlerinden üstün ne gibi bir özelliği vardı? Bunu anlamam için Korn’un performansını izlemem gerekiyordu. Korn’un 20:40’ta sahne alması gerekiyordu. Fakat 21:10’a kadar beklemek zorunda kaldı herkes… İzzet Öz “İstanbul, hazır mısın?! 20 milyonun üzerinde satışları var. Onlar en büyük! Koooornn!!” dedi ve Korn introya girdi. Gerçekten Jonathan Davis, Fieldy, David Silveria, James “Munky” Shaffer ve Brian “Head” Welch’ten kurulu (Ama Head yoktu konserde) Korn’un performansını izleyince bu ilgiyi hak ettiklerini anladım. Zaten sahnenin kalitesinden ne gibi bir performans çıkacağı belliydi. İlk önce kılıç figürü zannettiğim ama sonradan kadın vücudu figürü olduğunu anladığım değişik mikrofon bile farklılıklarını ortaya koyuyordu. Üyelerin enerjileri durmak bilmiyordu. Jonathan Davis kadar bağıran bir erkeğin performansını izlememiştim daha önce. Bir Korn fanatiği olmasam bile bu gerçekleri kabul ettim. Tarihi bir ana şahit olduğumun da bilincindeydim. “I’ve Seen It All” ismindeki harika bir Intro’dan sonra sırasıyla Here to Stay, Twist, Got the Life, A.D.I.D.A.S, Dirty, Twizted Transistor, Falling Away from Me, No One’s There, Did my Time, Shoots and Ladders, One, Freak on a Leash, Hypocrites, 4U, Another Brick in the Wall, Goodbye Cruel World, Blind, Somebody Someone, Y’all Want a Single adlı şarkılarını seslendirdiler. Valla “seslendirdiler” kelimesi burada çok zayıf kalıyor. Bambaşka bir şeydi bu. Pink Floyd’un “Another Brick in the Wall”unu küçüklüğümden beri severim. Bu şarkıyı Pink Floyd’dan olmasa da başka bir efsanevi grup olan Korn’dan canlı canlı dinleyeceğim hiç aklıma gelmezdi. Korn konserindeki favori anım bu cover’dı. Tam gitar soloda yağmurun başlaması da çok ilginç bir andı. Kendimi klipte gibi hissettim. Yağmurun çok bastıracağından korktu herkes. Fakat sabahki gibi bastırmadı. Atıştırdı diyelim. Ya da ben fark etmedim. Korn da seyirciden memnundu. Davis “Uzun zamandır konser veriyorum, böyle bir durumla karşılaşmadım…” dedi. Jonathan Somebody Someone’ın en son nakaratında bütün seyircilerden ellerini kaldırmalarını istedi ve nakaratı öyle söyledi. Alandaki onbinlerce kişinin elleri havaya kalktı ve muhteşem bir görüntü yaratıldı… Sahnede Korn’un bugüne kadar yayınladığı albümlerin kapakları vardı. Nedeni ise bu konserlerinin “Greatest Hits” turnelerinin bir ayağı oluşuydu.
THE CURE: Saat 23:00… İşte gerçek bir efsane… Robert Smith ve grubu The Cure… Herhalde şu ana kadar izlediğim konserler içerisindeki en büyüğü The Cure’dur. Tam bir 80’ler delisi olduğum için The Cure’un farkını biliyordum. Üstelik kadroda Simon Gallup, Porl Thompson, Jason Cooper da olduğu için orijinal The Cure’a yakın bir grup vardı karşımızda… Gerçi Robert Smith efsanesi bile tek başına yeter. Evet, Robert Smith belki daha yaşlı ve daha şişmandı ama karşımda duruyordu işte. Üstelik benim olduğum tarafa (yani Dream TV kameramanının olduğu sol tarafa) bakınca yine küçüklüğümdeki gibi ondan korkuyordum. İşte bilinçaltı denen şey bu olmalı. Küçükken Robert Smith’ten çok korkardım. Yıllar sonra karşımda canlısını görünce koca kazık olduğum halde yine ürperdim. Sahneye göre sağ tarafa bakınca sanki bana bakıyormuş gibi geliyordu. Saçma ama gerçek… Ben oradayken Open’dan sonra sırasıyla Fascination Street, From The Edge of the Deep Green Sea, Alt.End, The Blood, The End Of The World, In Between Days, Shake Dog Shake, Us or Them, A Night Like This, Push, Friday I’m in Love, Just Like Heaven adlarındaki şarkılarını çaldılar. Yani Wish, Disintegration, The Cure, Head On The Door, The Top, Kiss Me Kiss Me Kiss Me adlı albümlerine uzandılar. Kısacası her dönemlerine dokundular. Her modlarına göre çaldılar. Konser bitmeden eve gideyim dedim. Çünkü servis kaçırmak istemiyordum. Hava da gitgide soğuyor gibi geliyordu. Keşke biraz daha bekleseymişim. Çünkü bir şarkı sonra en sevdiğim The Cure şarkısı “Lullaby” çalınmış. The Cure tam 3 saat 15 dakika sahnede kalmış. Bir festivale göre rekor bir saat. Neyse, en sevdiğim ikinci The Cure şarkısı “Friday I’m in Love”ı kaçırmadım ya, o yeter diye avunayım. En önemlisi dünya gözüyle The Cure’u izlemiş oldum. Aslında Burn Sahnesi’nde saat 02:30’da da dünyanın en ünlü DJ’lerinden Timo Maas çıkacaktı. Fakat sonuçta ben kampçı değildim. O kadar geç saatte orada kalamazdım. Yarın yine erken kalkmam yararıma olacaktı. O yüzden yaklaşık 1 saat falan The Cure’u izledikten sonra servise binip eve döndüm. Tüm biletler tükendiği için kapıda bilet dilenen gençler vardı. Onlara yarın da Rock’n Coke’a geleceğimi söyledim. Hem öyle olmasa bile biletimi vermezdim, çünkü hatıra olarak saklamak istiyorum. Ki bileklik takıyorlar. Bilete artık gerek yok. Zaten bileti alıp ne yapmayı düşünüyorlar, çok merak ediyorum. Kullanılmış bilet olduğu her halinden belli… Bir yerini yırtıyorlar sonuçta…
4 EYLÜL 2005 PAZAR: Evet, işte bir Rock’n Coke günü daha başlamıştı. Yine erken kalktım, yine 09:00 otobüsüyle Hezarfen Havaalanı’na gittim ama bu sefer sıranın daha önlerindeydim. Bu yüzden de otobüsteki yerim daha güzeldi. Üstelik bu sefer Rock’n Coke alanının çamurlu olduğunu bildiğimden daha temkinliydim. Dün ayaklarımda sandalet vardı, bugün ise bot giydim. Hayır, abartmadım. Çok rahat ettim. Ayrıca kapri pantolon yerine kot pantolon giymiştim. Dün spor ayakkabılılar halime acıyarak bakıyorlardı, bugün ise sanıyorum imrenerek baktılar. Çünkü dün ben de yağmur çizmeli görevlilere imrenerek bakmıştım. Sarı botlarımın can simidi işlevini göreceğini biliyordum.
Güvenle, poşetlere gerek duymaksızın gezmeye başladım. Dünden beri çarşıda ilgimi çeken bir şey vardı. Birçok dükkan yağmurun etkisiyle adeta sinek avlarken “For Us” adlı South Park t-shirt’çüsü ağzına kadar doluydu. T-shirt’ler ekmek peynir gibi gidiyordu. Hatta millet sıra bekliyordu. Dolayısıyla neden herkesin orada olduğunu çok merak ediyordum. Ama bir türlü t-shirt’lere bakmaya cesaret edememiştim, çünkü 24 saat acayip doluydu orası… Dün “Neyse, yarın sabah boş olur. Ben de bakarım” diye düşünmüştüm. Fakat bu sabah da yoğunluğundan bir şey kaybetmemişti. Bu t-shirt’ler nasıl bitmedi, hayret ettim. Herhalde bir tır dolusu falan getirmiş, bittikçe yenilerini koymuş falan olacaklar. 🙂 Neyse, artık merakım iyice körüklenmeye başlamıştı. Bir boşluk bulmayı başarıp ben de t-shirt’lere harıl harıl bakmaya başladım. Çünkü For Us dükkanının sürekli dolu olmasının nedeninin 3 orijinal South Park t-shirt’ünün sadece 10 YTL olduğunu öğrenmiştim. Herkes çılgınlar gibi t-shirt seçiyordu. Ben de dahil… Sonunda harika t-shirt’lerin arasından 3 tanesini kendime uygun bulup seçtim. Akbank Card Rock’ımı verdim. Rock’n Coke sınırları içerisinde oldukları halde nakit aldıklarını söylediler. Bu işe çok şaşırıp nakit verdim. Yeni t-shirt’lerimi çantama koyup Rock’n Coke maceralarıma devam ettim. Yoga bölümü bile vardı yahu. Yogacılar “Hareee hareee” diye kendilerinden geçmişti. Tuvalete girdiğimde ambulansın tuvalet bölümünün kapısında beklediğini gördüm. Bir baktım, tuvaletten 20’li yaşların başlarındaki bir genci sedyeyle çıkarıp ambulansa taşıdılar. Çocuk baygındı. Ne olduğunu bilmiyorum ama alkol komasına girmiş olmalı. Güneş olsa “Başına güneş geçti” derdim ama şu an Rock’n Coke 2004’te değil, Rock’n Coke 2005’teydik.
Bugün bir muhabbet ilgimi çekti. Öncelikle söylemeliyim ki Burn sahnesine dün gece Jackson 5’ın remix’çisi Tom Middleton gelmişti ama o saatlerde ana sahnede kanlı canlı Korn ve The Cure konserleri olduğu için Middleton’un performansına bilerek gitmemiştim. Muhabbete gelince… Bazı gençler çarşıdaki mağazaların birinden çıkarken aralarında Jackson 5’tan bahsediyorlardı.
– Jackson 5 beş kişi miydi lan?
– E herıld yani!
– Michaaaaeeel!
gibi. Merak ettim valla nerden konunun açıldığını. Belki de “Can You Feel It?”i duymuşlardır. Can’ın söylediğine göre Coca-Cola çadırında iki kez The Jacksons’tan “Can You Feel It?”in remix’i çalınmış. Belki de dün geceki DJ Tom Middleton’u izlemişlerdi ve ondan bahsediyorlardı. Keşke sorsaydım nereden muhabbetin açıldığını… “Çıktıkları dükkanda Jackson 5 ürünü mü gördüler acaba?” diye o dükkana girdim ama öyle bir şey göremedim.
THE ROOTSMAN & MC D.BO GENERAL: Bugünkü Rock’n Coke performansları yine Burn Sahnesi’nde İngiltereli reggae ikilisi (biri DJ, biri MC) ile başladı. Dub, roots, R&B, hip-hop, jungle, electronic beat ve Ortadoğu ezgilerini de reggae’ye iyi harmonize ediyorlardı. Gerçekten çok eğlendirdiler. Herhalde en çok bu performansta dans etmişimdir. Hele The Fugees’ten çok sevdiğim, Michael Jackson’ın da küçükken söylediği “Ready Or Not”ı çaldıklarında kendimden geçtim. Yağmur şiddetini arttırınca reggae ile ilgilenmeyenler de Burn çadırına koştular. D.Bo General bu işe bozuldu ve “Yağmur yağdığı için değil, eğlenmek için buraya gelin” dedi. Fakat zaten Türk insanının bu oynatıcı ezgilere kayıtsız kalması mümkün değildi. Kısa süre sonra koyu metalci tipler bile reggae’ye ısındılar ve ortalık dans pistine döndü. Performanslarının sonunda CD’lerini seyircilere fırlattılar. D.Bo General önce birilerinin kafasına gelir de kafayı yarar diye atmaktan çekindiyse de ben dahil çadırdaki herkes deli gibi CD’leri istediği için gözü kapalı bile fırlattığı oldu. Çünkü seyirci onları gaza getirmişti. Bis yapmaları istendiği halde ceketlerini giyip gittiler. Çünkü daha çılgınca bir bise çağırma bekliyorlardı.
110: Blue Jean dergisinde Candan Tezel, Serkan Aktaş, Nedim Ruacan, Ozan Yılmaz ve Mehmet Esemen’den kurulu taze grup 100’u tanıtırlarken tarzlarını Şebnem Ferah’ın “Fırtına”sına, Özlem Tekin’in “Yol”una ya da Teoman’ın “Duş”una benzetmişlerdi. Ben de bu şarkıların elektronik ve rock karışımı olan tarzını çok beğendiğimden dolayı 110 grubunu çok merak etmeye başlamıştım. Power Türk kanalında “Bitti mi?” kliplerini gördüğümde ise grubun tam tahmin ettiğim gibi olduğunu anlamıştım. Klip bile Özlem Tekin’in “Yol”unu andırıyordu. Albümlerini ise almaya karar vermiştim ama önce diğer şarkılarını duymam gerekiyordu. Tabii ki şarkılarını canlı olarak kendilerinden dinleyeceğimi düşünmemiştim. Ama öyle oldu. Burn Sahnesi’ne çıktılar, yağmur olduğundan dolayı herkesin Burn çadırında olduğunu düşünüp “Aranızda 110 adlı yeni grubu tanıyan var mı?” diye sordular, epey parmak kalkınca tanınmalarına şaşırdılar, şarkıya bir türlü giremeyip gerçekten yolun başında bir grup olduklarını hissettirdiler ama konser başlayınca kendilerini beğendirdiler. Tuzak, Bu Benim Dünyam, Bitti mi?, Enjoy The Silence (demek ki Depeche Mode’u örnek alıyorlar) gibi birkaç şarkılarını dinleyip ana sahneye yöneldim.
maNga: Çünkü ana sahnede maNga vardı. Zaten hep maNga’nın konserine gitmek istemişimdir. Rock’n Coke’ta çıkacak Türk gruplar arasında mutlaka maNga, mor ve ötesi (gerçi daha önceden mor ve ötesi’nin konserine gitmiştim ama olsun), Duman, Vega, Gripin olmasını umuyordum, bunlar arasından maNga gerçekleşti. Dursun Zaman, Evdeki Ses, Bir Kadın Çizeceksin, Bitti Rüya, Libido, İtildik, Sakın Bana Söyleme ve en sevdiğim şarkıları Yalan çaldıkları şarkılar arasındaydı. “Kapkaç” bir türlü çalmadı diye düşünüyordum, meğer ben 110 konserindeyken çıkmışlar (ben en az 5 dakika daha geç çıkacaklarından emindim) ve ilk söyledikleri şarkı da “Kapkaç”mış. Cartel cover’ı “Evdeki Ses”in sonuna halay bağlayınca ortalık düğün yerine döndü adeta… Herkes coştu. Korn fanatiği olan maNga grubu bir hayallerini de gerçekleştirmiş oldu. Korn ile aynı festivalde, aynı sahneye çıktılar. Korn hayranı olduklarını maNga’nın solisti Ferman Akgül’ün “Bu yıl çok heyecanlıyız. Uzun zamandır beklediğimiz Korn dün akşam sahneye çıktı. Bol bol kafa salladık ve pogo yaptık” demesinden anlayabilirsiniz. Bu tür şeylere şahit olmak da beni mutlu etti.
SID LE ROCK/REYNOLD ON GUITAR: maNga’dan sonra o esnada Burn sahnesinde çıkan Almanya’lı Sid Le Rock’a baktım. Farklı bir performanstı. DJ’e gitarist Reynold eşlik ediyordu. Techno ve rock’ın kombinasyonu olan rockno tarzını da görmüş olduk. Gerçi 110 grubu da rock müziğine elektronik öğeleri katıyorlardı, fakat bu daha farklıydı. Sadece DJ aletleri ve elektro gitar vardı. Öyle bateri, materi, bas falan yoktu yani.
REPLIKAS: Herkes Replikas’ı yere göğe sığdıramıyordu. Fakat tıpkı Rashit gibi Replikas grubuna da yabancıydım. Konserlerini izleyene kadar sadece tek şarkılarını bildiğim 110 grubu hakkında bile daha fazla bilgim vardı. Fakat 110 Burn Sahnesi’nde, Replikas ise ana sahnede çıktığına göre Replikas daha kıdemli ve daha ünlü bir gruptu. Müziği çok iyi takip etmeme rağmen neden ana sahnede çıkan bir gruba bu kadar uzağım diye kafayı yedim. Konserlerini en önden izledim. Sahnenin önündeki yeri açmışlardı. Headliner’larda kapatıyorlar, sadece ekstra para ödeyen ya da torpilli olanlar girebiliyor ama Replikas gibi headliner olmayanlarda serbestmiş. İlk kez fark ettim. Keşke daha önceden fark etseymişim. Replikas gayet iyiydi. Intro Noise’dan sonra sırasıyla Gece Kadar Rahatsız Etmiyor, Yaş Elli, 70 Apartman Dairesi, Fakir, Ömür Sayacı, 0-1, Kör Taşın Kıyısında, Seyyah, Hiç Ölü Yok, Dayan adlı şarkılarını seslendirdiler.
Replikas konseri bittikten sonra Hayata + çadırına maNga’nın imza günü için gittim. O kadar maNga fanatiği içinde Şebnem Ferah Fan t-shirt’lü olan tek kişi bendim herhalde… Benim t-shirt’ümün arkasında www.sebnemferahfan.com yazıyordu ama etrafımda maNga t-shirt’lüler, maNga afişliler vardı. maNga fanatiklerinden birine bir ümitle “Şebnem Ferah da imza verecek mi?” diye sordum, fakat aldığım yanıt olumsuzdu. Ben maNga CD’sini almıştım aylar evvel, fakat bugün Hayata + çadırından bir tane daha maNga CD’si aldım. Çünkü 5 kişiye birden Rock’n Coke kitapçığında maNga için ayrılan sayfasına imza attırmam ayıp olacaktı. Hem CD daha anlamlı olacaktı. Bende Aylin Aslım, Göksel, Candan Erçetin ve Sezen Aksu’nun orijinal imzalı CD’leri; Cem Karaca ve nedense Doğuş’un (gençlik hatası işte) orijinal imzalı kasetleri var. Bunların arasına 5 elemanlı maNga grubunun imzasının girmesi de iyi olacaktı. Keşke Pamela ve Ceza’ya da CD’lerine imza attırsaydım. Neyse, belki de Rock’n Coke kitapçığında iki starın imzasının olması çok anlamlı oldu. İlk önce Efe Yılmaz kapağı imzaladı. “Turgay’a” diye yazdı, CD’nin üzerindeki maNga logosuna “dan” eki ekledi, sonra “Sevgiler…” diye yazıp ismiyle imzaladı. Onun yanındaki Yağmur “Yamyam” Sarıgül de bunun üzerine kapağa gülen surat ekleyip imzaladı. Animasyon karakterinden dolayı çok kaslı biri sandığım ama incecik olduğu için çok şaşırdığım Özgür Can Öney kapakta yer bulamayınca CD kağıdı içeriğindeki kendi animasyon karakterinin üzerine imza attı. Cem Bahtiyar ve Ferman Akgül de Özgür’ün yolundan gittiler. Masanın arkasına geçme izni olmamasına rağmen görevliye “Fotoğraf çekileceğim” diyerek grup üyelerinin sandalyelerinin arkasına geçtim. Görevlilerden biri hem “Yasak” diyordu, hem de aslında göz yummuştu. Oradaki bir kıza cep telefonumu vermiştim, “Ben oraya çıkacağım, sen de beni grupla çeker misin?” diye onu ayarlamıştım. O da beni çekti. Fakat 6’ımızı birden aynı kareye sığdıramamış. Sadece Cem, Ferman ve bendeniz TST çıkmışız. Ben de diğer üçünü aynı karede çektim. Böylece hatıra oldu. Aslında fotoğraf çektirmek benim için imzadan daha önemli.
NAÇAO ZUMBI: Vahşi punk-funk ve gizemli Brezilya karnavallarının formlarını samba, jungle, reggae, dub ile buluşturmayı başaran Brezilya’nın son yıllardaki en popüler topluluklarından Zaçao Zumbi sahnedeyken ben sürekli değişik yerlerden dinledim performansı. Bazen headliner’lar çıkana kadar serbest bırakılan sahnenin önündeydim, bazen de yemek yenilen yerlerde oturuyordum. Zaten bu yılki Rock’n Coke’ta “Neden daha önce düşünmemiştim?” diye bir şey yapmaya başladım. Yemek yerken sahnenin yanındaki yerleri tercih etmeye başladım. Böylece hem konseri izliyorum, hem de yemek yiyorum. İstersem oturabiliyorum da… Jorge Dupeixe, Lúcio Maia, Alexandre Djengue, Toca Ogam, Gilmar Bolla 8 ve Pupilo’dan oluşan Nação Zumbi’nin konserinden sonra vaktim www.sebnemferahfan.com sitesinden Fidan ve arkadaşına ulaşmaya çabalamakla geçti. Etrafta hiç Şebnem Ferah t-shirt’lü biri göremeyince Mehmet Solmaz’a mesaj attım “Bizden kimse gelmedi mi Rock’n Coke’a?” diye… O da Selim ve Fidan’ın orda olduğunu söyledi. Fidan’ı tanımadığım için önce Selim’i aradım. Ulaşamayınca mesaj attım. Rock’n Coke’ta olmadığını söyledi. Ben de Mehmet’in verdiği Fidan’ın numarasına mesaj attım. Fidan ve arkadaşı “Biz iki sarışın, kısa saçlı tipiz. Sahnenin önündeyiz” dedi. Fidan’ı gördüm görmesine ama en öne çok çabalamama rağmen gidemedim. Çünkü kimse izin vermiyordu. “Arkadaş var” deyince “Nedense herkesin önde arkadaşı var” diyorlardı. Fakat benimki gerçekti, her ne kadar yeni tanışacak da olsak… Olsun, bu bahaneyle en ön olmasa bile artık ulaşılması imkansız bir yerdeydim. En önden yedinci sırada falandım. Hot Hot Heat, Şebnem Ferah ve Apocalyptica’yı buradan izleyeceğim için şanslı sayılmalıydım, çünkü sahnenin önü hemen o kadar yoğunlaştı ki hareket edecek yer kalmadı. Gençlerle sohbet ettim. Biri sırf Apocalyptica için gelmişti. Ben de aslında hepsi için gelmeme rağmen reklam olsun diye “Ben de Şebnem Ferah için geldim” diye t-shirt’ümü gösterdim. “Belli” dedi. Tabii ki hemen Apocalyptica ve Şebnem Ferah’ın ortak çalışması “Perdeler”den bahsetmeye başladık. O söylentilere bakaraktan Apocalyptica ve Şebo’nun birlikte “Perdeler”i söyleyeceğinden bahsetti. Ben de bu haberleri duymuştum ve birlikte sahneye çıkmalarını umuyordum. Fakat Şebnem Ferah sitelerinin röportaj sorumlusu olarak Şebo’nun “Apocalyptica ile beraber bir şey yapılması konusu konuşulmuştu, fakat öncesinde prova yapılması gerektiği ve onların zamanı da kısıtlı olduğu için hala kesin bir noktaya gelinmiş değil, sanırım yapılmayacak.” açıklamasını bildiğimden dolayı “Hayır, ümitlenme. Prova yapılamadığı için olmayacak” dedim. Çocukcağız hala olacağını düşünüyordu ama ben haklı çıkacaktım. Yoksa bana kalsa sadece Apocalyptica ile değil, Skin ile de sahneye çıkmasını isterdim. Hatta Evanescence’in de Rock’n Coke’a katılıp Şebo ile bir şarkı söylemelerini umuyordum ama maalesef her zaman hayaller gerçek olmuyor.
HOT HOT HEAT: Hot Hot Heat’i tanıyordum ama yakından tanımıyordum. Steve Bays, Paul Hawley, Dustin Hawthorne ve Luke Paquin sahneye gelip şarkılarını çalmaya başlayınca aslında şarkılarına birazcık aşina olduğumu anladım. MTV, VH1 falan izlerken duymuş olmalıyım. Bandages, Talk To Me Dance With Me, Ladies and Gentlemen gibi hitlerini performe ettiler. Vokalist Steve Bays bonus kafasıyla, yani kabarık sarımsı turuncu saçlarıyla seyirciye çok sempatik geldi. Şarkı söyleyiş biçimi biraz farklıydı ama coşturuyordu yine de. Fakat bir gerçek vardı. O da tıpkı Bryan Adams, Celine Dion gibi Kanada’nın uluslar arası müzik arenasına kazandırdığı bir grup olmaları… Bu Rock’n Coke çok acayip bu konuda… Her ülkeden uluslar arası müzik dünyasında ün salmış kişileri karşımıza çıkartıyorlar. Türkiye, Brezilya, İngiltere, Amerika, Kanada, Finlandiya, Almanya, İrlanda, Belçika, v.s. Rock’n Coke sayesinde amma çok ülkeden sanatçı, DJ ve grupları izlemişim şu ana kadar… Sadece sanatçı, DJ ve gruplar değil, seyirciler de farklı ülkelerden geliyorlar. Mesela bu sene Soundwave festivaller turunun son durağı Rock’n Coke’tu. Soundwave trenine binen ve 20 farklı ülkeden gelen gençler ne kadar şanslılar. Her durakta, farklı bir ülkede festivallere gidiyorlar. Bu 1400 gençten 600’ü Rock’n Coke’a gelmişler. Bir de bağımsız olarak gelenleri düşünürsek anlayın nasıl uluslar arası bir olaya tanıklık ettiğimizi… Zaten yabancıları da görüyordum.
ŞEBNEM FERAH: Ve işte merakla beklenen Türkçe rock müziğinin kraliçesi ve dünyanın en sempatik şarkıcısı Şebo da sahnede… Hem de tam vaktinde, 19:20’de… Beni biraz olsun tanıyanlar ne kadar çok Şebnem Ferah fanatiği olduğumu, festivaller dışındaki solo konserlerini de takip ettiğimi, internet ortamında aktif bir Şebo Fan olduğumu bilirler. Yani Hezarfen Havaalanı’nda sadece Şebnem Ferah konser verse yine gelirdim. Şu ana kadar onu Bostancı Gösteri Merkezi, Antrepo, Rumeli Hisarı, Hayal Kahvesi, Kemancı Bar, İstanbul Üniversitesi Avcılar Kampüsü, YTÜ Beşiktaş Kampüsü’nde izledim. Bu sayede bu listeye Hezarfen Havaalanı da eklendi. Bunu Şebnem Ferah fanatiği olduğum için söylemiyorum ama konser performansı ve vokal konusunda Şebo’yu Türkiye’de tek geçerim. Rock’n Coke organizatörleri de böyle düşünmüş olacak ki, Şebo’yu diğer Türk şarkıcı ve grupları gibi gündüz seansında değil; en ünlü yabancı gruplar gibi akşam co-headliner olarak çıkarttılar. Bunu Rock’n Coke tarihinde bir Mazhar-Fuat-Özkan, bir de Şebnem Ferah başardı zaten. Şebnem’i de özlemişim. Ozan Tügen, Buket Doran, Metin Türkcan, Aykan İlkan ve önceden gittiğim konserlerin birinden sonra sohbet etme imkanı bulduğum Ceren Tügen’i de çok özlemişim. “Kelimeler Yetse…” zamanlarından beri konserine gitmiyordum. “Can Kırıkları” döneminde ilk kez izleyecektim. Zaten “Can Kırıkları” albümünden sonra bugüne kadar sadece Parkorman’da konser vermişti. Ona da o tarihte Saros’da olduğum için gidememiştim. Başka bir konser daha olmuş, fakat ondan haberim bile olmamıştı. Ama üçüncü “Can Kırıkları” konserine, yani Rock’n Coke’a geldim. Zaten geçen seneki Rock’n Coke’ta Şebo’nun olmamasına şaşırmış ve “Kesin 2005’te çıkar ama” diye düşünmüştüm. Haklı da çıktım. Daha önce defalarca konserine gitmeme rağmen, elini bile tutmama rağmen nedense Şebo çıkınca daha çok heyecanlandım ve en coştuğum konser de onunkiydi. Fanatiklik bambaşka bir şey yahu… Konserde etrafımdaki herkes bana bakıyordu, çünkü Şebnem Ferah t-shirt’lü birinin konseri izlerken ne kadar büyük keyif aldığını gözlemlemek istiyorlardı. Yani en azından ben öyle tahmin ediyorum. Yoksa neden baksınlar ki? Belki de özeniyorlardı Şebo hayranlığıma. 🙂 Şebo çıkana kadar kimse göz ucuyla bile bakmıyordu bana ama şimdi kafalarını döndürüyorlardı resmen… İyi ki ortalara gelmişim. Şebo sahneye bağlı defile podyumu gibi olan eklentiden yürürken sanki bana doğru gelmeye çalışıyormuş gibi hissediyordum. Öyle düşünmek çok mutlu ediyordu beni. Yeni şarkılarını ilk kez canlı olarak dinlemek de… Sadece ben değil, bütün seyirciler Şebnem’e odaklanmıştı. Okyanus, Can Kırıkları, Delgeç, Ben Şarkımı Söylerken, Mayın Tarlası, Sigara, Bu Aşk Fazla Sana, Yeniden Doğup Gelsem, Fırtına insanların kulaklarını okşadı. Herkes eşlik etti. Sigara’dan önce “Ah, şimdi bir sigara da olsa. Tabii ki yine de sigara sağlığa zararlıdır arkadaşlar” demeyi ihmal etmedi. Şebo, sen bu büyücülüğünü bozmadıkça daha çok konserine geleceğim. Bu büyünün bozulması imkansız olduğuna göre sonuna kadar!!! 😀 Eminim Soundwave ya da başka yollarla Rock’n Coke’a gelen yabancı seyirciler ve Rock’n Coke’ta sahneye çıkmak üzere gelen yabancı sanatçılar Şebnem Ferah gibi bir sanatçımız olduğu için bizlere imrenip, Türkiye’yi kıskanmışlardır. Kanıtım da The Offspring grubunun bir üyesinin verdiği röportajında “Şu Apocalyptica’dan önce çıkan grup kimdi mesela? İyilerdi, kızda sağlam nefes vardı. Aaa! Ben böyle bağıramam mesela. Gitarist de tek eliyle benim iki elle çaldığımdan daha iyi çalıyordu” demesi…
APOCALYPTICA: Şebo’dan sonra sahneye çıkan grup Şebo’nun “Perdeler” adlı şarkısını da yeniden yorumlamış ama dünyada adlarından en çok Metallica cover’larıyla söz ettiren Eicca Toppinen, Paavo Lotjonen, Mikko Siren ve Perttu Kivilaakso’dan kurulu olan Finlandiyalı grup Apocalyptica idi. Klasik müzik aletleriyle metal yapabilmeleriyle bence müzik tarihine geçtiler. Ben de şu anda bu tarihi olaya tanıklık ediyordum. Canlı olarak Apocalyptica’yı seyrediyordum. Işık sistemi de bu mucizeye karşı kayıtsız kalmıyordu ve harikalar yaratıyordu. Saçları da tıpkı Korn’unkiler gibi dans ediyordu ve saç özürlü adayı olan beni kıskandırıyordu. For Whom The Bell Tolls, Seek and Destroy, Creeping Death, Fight Fire With Fire, In The Hall of the Mountain King gibi şarkılar seyirciyi coşturuyordu. Demek ki metal müzik için gereken aletler gitar, bas falan değilmiş. Apocalyptica seyirciyi tatmin ediyordu etmesine, fakat hesaba katmadıkları bir şey vardı. Türk seyirciler Apocalyptica ile Şebnem Ferah’ı da görmek istiyorlardı ve konser boyunca Şebo’nun gelmesi istendi. Grup ta “Şebnem çok tatlı. Ama bu gece sadece sert çalacağız. Agresif olma zamanı!” demek zorunda kaldılar. Gerçi onların da suçu yok, çünkü prova yapacak vakit bulamamışlardı. Bunu bildiğim için ümitlenmiyordum ama ne güzel olurdu Şebo da çıksa ve “Perdeler”i söylese onlarla birlikte… Şebo ve Apocalyptica başka hangi konserde aynı sahneye çıkabileceklerdi ki? Ayrıca en sevdiğim Apocalyptica şarkısı “Nothing Else Matters”ın performe edilmesini bekliyordum. Fakat çalmadılar maalesef.
Etraf iyice sıkışmaya başladı Apocalyptica konserinde… Uzun süre direndim, fakat etrafımı uzun boylular sarınca ve sırtımda bir çanta ile onların arasında sıkışıp pestilim çıkınca yerim çok güzel olduğu halde bel ve sırt ağrısına dayanamayıp oradan çıktım. O kalabalık seyirci topluluğunu terk etmek de epey güç oldu. Boşluklu olan sahne yanına gittim ve tıpkı geçen sene olduğu gibi Doğu Yücel’le karşılaştım. Hem de hemen hemen aynı yerde… Beni yine tanıdı. Zaten Blue Jean kadrosunda olup da 12 yıllık okuyucuları olan beni tanımayan yoktur. Bunu geçen sene Doğu Yücel de söylemişti. Ayak üstü sohbet ettik. Beni Michael Jackson fanatiği olarak tanıdığı için “Apocalyptica falan sever misin?” diye sordu, olumlu cevap alınca da şaşırdı. Halbuki hep dediğim gibi, ben başka tür müziklere kapalı biri değilim. Hemen Şebnem Ferah t-shirt’ümü gösterdim ve ne kadar Şebo fanatiği ve internette aktif bir Şebnem hayranı olduğumdan bahsedip arkamdaki www.sebnemferahfan.com adresini gösterdim. Röportaj sorumlusu olduğumu söyledim. Ne olduğunu anlamayınca basında çıkan Şebnem Ferah röportajlarını klavye ile bilgisayara geçirip internete koyduğumu anlattım. O da Şebnem Ferah Fan siteleri hakkında araştırma yaptıklarını söyledi ve bu konuda mail atmamı istedi. Ben de kabul ettim. Daha önce onun Michael Jackson yazısına yardım etmiştim zaten. Bakalım bu sefer ne olacak? Doğu Yücel’in iyi bir kitap ve dergi yazarı olmasının yanı sıra çok iyi bir metal dinleyicisi olduğunu bildiğimden Apocalyptica konseri sırasında çok durgun olmasına ve sonra bir yere gitmesine çok şaşırdım. Apocalyptica konserinin sonlarını sahneden daha uzak olmama rağmen daha rahat izledim valla. Konser bitince yemek yenilen yerlerdeki masalardan birinin üstüne oturup dinlendim. Zaten herkes sandalyelerin üzerine değil, masaların üzerine oturdular bu iki gün boyunca… Nedeni basit: yağmur ve çamur… Sandalyeler çamur içindeydi. Ayaklar sandalye üzerine, popolar masa üzerine gelecek şekilde oturdu herkes…
THE OFFSPRING: 1998 yılında Number 1 TV’de ne zaman “Pretty Fly (For a White Guy)” klipleri çıksa sesini açıp bir yandan kliplerini izler, bir yandan coşup dans ederdim. O yıl yaptırdığım karışık bir audio CD’ye özellikle bu eğlenceli şarkılarını koydurtmuştum. Artık CD Player’ımda döndürüp durduğum şarkılar arasına girmişti. O yıllarda “Sen bir gün The Offspring’in konserine gideceksin ve bu şarkılarını onlardan canlı dinleyeceksin” deseler inanmakta güçlük çekerdim herhalde… Sadece Pretty Fly’ı değil; What Happened To You?, Bad Habit, All I Want, Staring At The Sun, The Kids Aren’t Alright, Self Esteem ve en az Pretty Fly’da olduğu kadar eğlendiğim Why Don’t You Get a Job’ı da onlardan canlı dinleyecektim. Dexter Holland, Noodles, Greg K, Atom Willard sahneye çıkınca bu rüya bir hayal olmaktan çıkıp gerçek oldu. Bu arada bugün ilk kez Can’la buluşabildik. İnanamadım. Şebnem Ferah, Dexter Holland ve Eicca Toppinen’den kendisine imza almış. E, tabii Can, DJ Murat Beşer’in oğlu olduğu için kulise girebiliyor. Şans denen şey herkese eşit dağıtılmamıştı Rock’n Coke’ta… Fakat ortak olan bir şey vardı. O da herkesin çok eğlendiği…. Offspring konseri esnasında Can’la sahnenin yanındaydık. Sahne önünde yine ekstra para ödeyenler ve torpilliler olduğu için Offspring fanatikleri delirmişti. Birkaç Offspring fanatiği gözümüzün önünde bodyguard’larla kavga ediyorlar, enerjilerinin son noktasına kadar sahne önüne gitmeye çabalıyorlardı. Şu ana kadar gittiğim konserlerde sahneye atlayanları falan çok gördüm, fakat bu kadar çılgınlık ve bu çılgınlığa direnebilen görevlileri ilk kez gördüm. Bence o birkaç kişinin sahne önüne gitmelerine göz yummaları lazımdı. Çünkü çok mücadele ettiler, çok ağladılar. Dayak bile yediler. Herkes aynı şeyi yapamaz.
Ve işte bir Rock’n Coke daha bitti… The Offspring 2005 sezonunu kapattı… Yani ana sahneyi kastediyorum, Burn sahnesindeki DJ’ler hala çıkıyorlardı çünkü… Son konser olduğundan olsa gerek, The Offspring konserinde ortalık partiye döndü. Herkes çılgınca dans ediyordu. Ben de Pretty Fly’da hünerlerimi gösterdim. Fakat farklı olan bir şey vardı. Televizyondaki kliplerine karşı değil, canlı kanlı gerçek Offspring’e bakarak dans ediyordum.
Bu sene de Rock’n Coke çok güzel geçti. Yağmura rağmen çok eğlendim. Zaten yağmur, rock festivallerinin şanındanmış. İki günde 50 bin rocksever festivale akın etmiş. Bu yıl 18’i yerli 22’si yabancı grup ve sanatçı olmak üzere toplam 129 müzisyen katılmış. Üstelik headliner’lar mega gruplar… Sadece birkaç yıl evvel bu sayıyı rüyamızda bile göremezdik ama artık sadece 2 günde Türkiye’ye mega gruplar geliyor. Hem de aynı yerde, arka arkaya çalıyorlar. Bu seneki Rock’n Coke geçen senekinden de büyüktü aslında. Bir de o ortamda konserler gündelik bir şeymiş gibi geliyor. Hayal sınırımızı zorlayacağımız müzik olaylarına artık o kadar alıştık ki gündelik, normal bir şey gibi geliyor. Çok şükür, Allah bozmasın bu durumu. Hatta tam tersine, arttırsın. Bu arada kapının önünde Coca-Cola’nın işten çıkardığı işçiler ve savaş karşıtları protesto yapmışlar. Bu olayları görmedim. Bütün yabancı gruplar da seyircinin coşkusu karşısında şaşkınlıklarını gizleyemediler. Sadece seyirciler gruplardan memnun değildi. Gruplar da seyirciden memnundu kısacası… Hepsi ama hepsi bu şaşkınlıklarını dile getirdiler. Hatta dedikodulara göre Robert Smith konser bittikten sonra duygulanıp ağlamış. Hepsi Türk insanının sıcakkanlılığı karşısında Türkiye’ye tekrar gelme talebinde bulunmuşlar. Beni okuyacaklarını sanmıyorum ama okuyacaklarmış gibi Türkiye’ye gelmeyen gruplara ve şarkıcılara sesleniyorum: Türkiye’ye gelin, tüm egolarınızı tatmin edin. 😀 Ah, bir de Michael Jackson, Madonna, Mariah Carey gibi pop starlarını da düşünen organizatörler olsa fena mı olur? Pop kötü bir şey mi sanki? Neden bu kadar pop karşıtlığı var? Anlamıyorum. Ayrıca ünlü rockçılar, metalciler bile Michael Jackson’a hayranlar. Bunun organizatörlerin ve sponsorların dikkatini çekmesini istiyorum.
Rock’n Coke 2006’ya büyük ihtimalle gidemeyeceğim. Çünkü o tarihlerde askerde olacağım. O yüzden Rock’n Coke 2006’ya sevdiğim grupların gelmemesi için dua ediyorum. Yani inşallah Evanescence, Aerosmith, Red Hot Chili Peppers, Velvet Revolver, Metallica, Bon Jovi, U2, R.E.M., Garbage, Def Leppard gibi sevdiğim gruplar 2006’da değil, 2007’de gelir. The Cranberries gelebilir, çünkü onların konserine gitmiştim 2002’de… Birinci Rock’n Coke’a gidememiştim. O yüzden inşallah The Cardigans ve Pet Shop Boys grupları da tekrardan Rock’n Coke’a gelir ama 2006’da değil…